yağmur yağsın varsın ıslansın saçlarımız
yalnız duyulmaz olsun göğsümüzdeki darlık
dilimizdeki kilit kolumuzdaki zincir
ömrümüz meçhullerden meçhullere akıyor
saatler bizim değil kitaplar bizim değil
bizim değil yaşamak bizim değil hiçbir şey
kendi dünyamızda yabancılar gibiyiz
pencerede saksılarım var benim de
kurulmuş asma bahçem göğün maviliğinde
sanki neden sade yaz günleri taşır
bir demet çiçek gibi sevgilim
çiçekli bir şemsiye elinde
güzel şeyler düşünmeme rağmen
durmadan ağlamak geliyor içimden
evet, ilmektir boynumdaki ama ben kimsenin kölesi değilim
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya tarantulaymış benim adım diyecek değilim
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rabb bellemeyeceğim
razı değilim beni tanımayan tarihe
beni sinesine sarmayan tabiattan rıza dilenmeyeceğim.
falcı kadınlar kilise günlerinde ciddi ciddi oğlanların yazgılarını okuyorlardı ellerinden; kadınlar için ise gelecek, komediden başka bir şey değildi. hiçbir olanak yoktu, her şey önceden tasarlanmıştı: küçük şakalar, flörtler, kikirdemeler, kısa süren bir kararsızlık, sonra takınılan, zaman geçtikçe de cayılan yabancı, ölçülü bir yüz, ilk çocuklar, mutfaktaki işler bittikten sonra yanlarında biraz daha kalmak, baştan beri duymamazlığa gelinmek, giderek söylenenleri dinlememek, kendi kendine konuşmalar, rahim kanseri, ve sonunda ölümle kehanetin gerçekleşmesi. yöredeki kız çocuklarının oynadığı oyunun evreleri bile böyleydi:
yorgun / halsiz / ağır hasta / ölü.