“Sultan Mehmed’in ordusu Ankara’da toplanmıştı. Amir Bek geri dönmek istedi, ama Karamanoğlu bunu önledi ve dedi ki: Sultan benim bütün ülkemi elimden aldı, şimdi geri vermeli, o zaman Amir Bek ordusuyla Ankara’ya doğru yola koyuldu. Orada karşısındaki orduyla savaşa tutuştu, yenildi. Askerleri de kaçtı, Hasan’ın sürüleri, düşmanın yörelerinde Moğolların yaptıklarına benzer zulüm ve vahşette bulundular. Tokat kentini yerle bir edip halkını işkenceyle öldürdüler. Yenik düşen Akkoyunlu birlikleri Hasan’ın öğüdü üzere Suriye’ye sığınmaya çalıştılar, “çünkü onlar bizim dostumuz.” Ancak Suriyelilerin bu Türkmen yığınlarına hiç de sempati besledikleri yoktu, hatta onları soyup soğana çevirdikten sonra Halep’e yollayıp bir mağaraya tıktılar “ve orada hayvanlar gibi doğradılar.”
“Batı Avrupalıların 16. yüzyıl sonlarına kadar Türk despotluğuna Asyalının direnme gücü olarak gördükleri Karamanlılara karşı Mehmed ilk darbeyi 1473’te indirdi. Karamanoğlu, Sultan’a teslim olmaktan başka çare bulamadı. Mehmed ikinci bir darbeyle Hasan’ı Doğu Anadolu’dan fırlatıp attı. 11.8.1473’te Mehmed onun ordusunun hemen hemen tümünü başkentte yok etti. Akkoyunlu ordusunda topçunun olmayışı ve örgütlenmesindeki köhnelik yenilginin baş nedeniydi. 1475’teki ikinci bir yenilgi Şah’ın tüm yayılma planlarını mezara gömdü.”
Ne var ki annem sahiden de babasının kızıydı. Rahmetli
dedem, albay emeklisiydi. Kendisi gibi vatana millete hayırlı,
ciddi, kuvvetli, sert, dediğim dedik ve otoriter askerler
olmasını arzu ederek dünyaya getirdiği oğullan, tabiatlan
itibariyle analanndan halim selim çocuklar olarak çıktıkları
için onlan elemiş; bir kız evlat olmasına rağmen
Merhaba sevgili kitap dostlarım nasılsınız? Bugün sizlere sevgili yazarımız
Nilar Gök kaleminden AZGIN VAR öykü sevenlere güzel bir eser tavsiyesi ile geldim. Okurken çok keyif aldım kah üzüldüm, kah sevindim. Anadolu' da her bir yöreye gideceğimiz bu eseri kesinlikle tavsiye ederim.
İçinden birini değil bu öykülerin hepsini gerçekten çok
Ölmedim işte.
Ölemedim.
Demek ki yaşamam gerekliydi.
Bir gizli kuvvet olmalı bizi yaşatan. Yaşamakla ölmek arasındaki maceramızı düzenleyen, çaresizliğimizi her yerde yüzümüze tokat gibi indiren bir büyük kuvvet olmalı.
Jean-Louis Fournier’in bugüne kadar okuduğum her kitabı hayatından bir parçayı anlatıyordu. Okudukça diğer kitaplarını merak ediyorsunuz ve bir an önce okumak istiyorsunuz.
‘Nereye Gidiyoruz Baba?’ kitabında yazar iki engelli evladına karşı olan duygularını ve onlarla olan yaşamını anlatıyor. Bunu çok net, samimi ve sansürsüz bir şekilde anlatmış. Kitapta her duygu var. Sevgi, öfke, bıkkınlık, çaresizlik, umut, umutsuzluk, isyan, kabulleniş... Okudukça bu duyguların ağırlığını hissediyor ve sarsılıyorsunuz. Bazı cümleler tokat gibi geliyor, bazıları nefesinizi kesiyor.
Fournier hiç okumamış biri kitabı eline aldığında ne kadar kısa, kolay okunabilir bir kitap olarak düşünebilir fakat kitapları o kadar ağır bir duygu içeriyor ki.. Bu kitabın ilk sayfalarını okumaya başladığınızda bunu göreceksiniz. Bunu bu kadar yalın ve net bir şekilde okuyucuya hissettirmek tamamen yazarın ustalığı. Yazarın yazım tarzı çok etkileyici. Diğer kitapları gibi bu kitap içinde bu düşüncelerim geçerli.
Kesinlikle yazarın her kitabını tavsiye ediyorum.
Bestegül her sabah yaptığı için o günde okula gitmek için evden çıkıp metroya bindi fakat işler hiçte istediği gibi gitmedi. Metroda bulunan on üç kişiyle aynı hikayeyi paylaşacağını bilemezdi ta ki son durakta mahsur kalana kadar. Bu on dört kişinin enkaz altında mücadele etmeleri gereken şeyler vardı. Açlık, susuzluk, özlem, kader, hüzün ve ölüm...
Herbiri kurtarılmayı dört gözle beklerken aralarından birinin ölümü gerçekleri yüzlerine tokat gibi çarpmıştı. Bu ilk ölüm değildi ve son da olmayacaktı.
Bu enkazdan bir kişi mi kurtulacaktı yoksa hepsi mi kurtulacaktı? Kitapta bunun cevabını arayarak okuyorsunuz. Ben kitabın sonunu önceden biliyordum fakat yine de öyle olmayacakmış gibi kafamda lanse edip okumaya devam ettim ve sonunda hüngür hüngür ağladım :(
Kitapta anlamamız gereken çok güzel hayat dersleri var aslında. Zamanın kısa olduğunu, yapmadığımız ve yapmak istediklerimiz ne varsa onu ertelemeden yapmamız ve sevdiklerimizin kıymetini her zaman bilmemiz gerektiği çok iyi işlenmiş. Kitabı okuduktan sonra insana bir farkındalık geliyor. Hayat bu kadar kısayken neden istediğimiz şeyleri yapmıyoruz? İçinizden neler geliyorsa onları yapın ve kesinlikle ertelemeyin. Hepimiz mutlu olmayı hak ediyoruz
Hayır Serisinin şimdiye kadar okuduklarım arasında en beğendiğim kitabı. Dokunaklı, çarpıcı ve bir o kadar duygusal.
Janusz Korczak’ın hikayesini okuyoruz bu kez. Çocukları minik, tatlı, gelip geçici ve ciddiye alınmaması gereken yavru insanlar olarak değil; birer birey olarak görmemiz gerektiğini düşünen ve inandığı bu yolda büyük adımlar atmış,
Bu ülkeye dair ümitlerimi yeşerten bir kitap oldu. Atatürk'ün tavsiye ettiği bir kitap olması beni okumaya iten sebeplerden biriydi. bir balçık ülkesinin nasıl bir dünya devi olduğunun kılavuzu diyebilirim. bu kılavuzu ülkemiz için de uygulayabilmek ve gerçek potansiyelinin ortaya çıkması en büyük hayalim. ülkenin refahı ve gelişimi için toplumsal çabaların yanında bireysel çabanın da ne kadar kıymetli olduğu, toplumun olduğu gibi ülkenin de en küçük ve en etkili yapıtaşının aile olduğunu tokat gibi yüze çarpan bir kitap. eğitim en büyük şansımız eğitim. ailede başlayan ve topluma yayılan ahlakın sanılandan daha kıymetli olduğu bir eğitim bizi kurtarabilir!
"Yarın kimse beni yargılamayacaktı. Kimse arkadaşlarına ritim duygusu olmayan ezik çocukla ilgili mesaj atmayacaktı. O anda başkalarını umursamanın ne kadar aptalca olduğu yüzüme tokat gibi indi."
Doğduğun ev kaderindir. Bu cümle yüzüme okkalı bir tokat gibi çarptı. Ne yaparsan yap doğup büyüdüğün ev kaderine yön verir. Bazen olmaz, olmaz değil oldurulmaz. Bazı şeyler sana hak görülmez. Sessizce kaderine boyun eğersin. Geriye sadece dalıp dalıp gittiğin uzaklıklar kalır..
#obaşlattı
-SIAN GILBERT
“Bunun anlamı, bu adada birilerinin gitmemizi istemediğiydi. Bu adada olan biri, bir katildi.
Asıl soru şuydu, katil hangimizdi?”
Birbirlerinin en yakın arkadaşı olan dörtlü bir kızlar grubu var. Çocukluklarından beri böyleler. Her ne kadar yetişkin olduklarında eskisi gibi olmasalarda. Çünkü büyüdükten sonra
ÖYLE BİR HİKÂYE
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:
– Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı,