Samle Çağla yazdı...
MEHMET BİNBOĞA’NIN, “ŞİİRKENT'İN NARÇİÇEĞİ” ADLI ROMANI HAKKINDA BİR İNCELEME DENEMESİ...Samle Çağla
Mehmet Binboğa'nın geçen yıl birinci cildi yayımlanan "Efelya" seri romanının ikinci cildi, "Şiirkent'in Narçiçeği" adıyla İzan Yayınlarından çıktı. Kitabın kapak dizaynı, Efelya'da
Kadınların büyük bir kısmı hala ekonomik güvenceden yoksundur. Sosyal güvenlik sistemlerinin dışındadırlar. Kamusal alanda eşit temsil edilmezler. Eğitim açısından henüz istenilen nicelik ve nitelikten uzaktırlar. Biçilen toplumsal rol, ne yazık ki erkek egemen değerlerle sakatlanmış bir roldür ve hangi 'büyük makam'a gelirlerse gelsinler, ancak bir erkek diliyle var olabilirler. Yoksa kabul ettirilmiş genel geçer rol, erkeğin varoluşunu kolaylaştıran, onun dayanağı olan, işini kolay kılan, bir çeşit 'evin kahyası' rolüdür. Ev dışında ise toplumun emniyet sübabı birer cinsel obje, aşk nesnesi, çekirdek ailenin geleceğini ve masumiyetini(?) koruyan birer 'kutsal fahişe'dirler. Bu anlayış, toplumsal modernite ile birlikte terk edilmiş görünse
de, tersine, daha bir incelerek ve özgürlük sunumu ile sarılıp sarmalanarak sürdürülmektedir.
Aşk dediğimiz şey, kabul etmek gerekir ki, insan icadıdır. Biz icat ettik aşkı. Yerleşik düzene geçtikten sonra gelişen toplumsal kültürün biyolojiye etkisi sonucu aşık olmak üzere evrimleştik. Öncesinde genlerin devamı için aşka gerek yokken, zamanla bu bir zorunluluk haline geldi. İnsan bebeğinin diğer hayvanlara nazaran çok daha uzun süre bakıma ihtiyacı olması nedeniyle de, bir anne-baba işbirliği oluşturmak adına, tek eşlilik ve sadakat gibi kavramlara yöneldik.
1980 sonrasında, darbecilerin arka bahçesi ve destekçilerince iddia edilen özgür ve liberal yaşam biçimi, o kısa zaman dilimi içinde şiiri de metalaştırmaya başladı. Taştan yağ çıkarmayı bilen kapitalizm ve medya, şiir ve şairden bir rant sağlamanın yolunu buldu. Televizyonlar, radyolar, reklam magazinleri, gazeteler boy boy resimler ve albenili sunumlarla şair ve şiirleri pazarladılar. Müzik eşliginde şiir dinletileri, şiir klipleri, şiir kaset ve CD'leri, şiir saatleri gibi- şiire ve şaire yakışmayan- uygulamalar, metalaşma ve metalaştırma sürecini hızlandırdı. Buna bir'meta furyası’ desek yanlış olmaz, üstelik 1980 öncesinde edebiyat, şiir ya da sanatin hiçbir dalında, hiçbir ölçüde görülmemiş türden... Böyle olunca da, binlerce kötü şiir ortalığı kaplamış oldu. Az okunan iyi şiire, en azından o süreç içinde, yaşamını marjinal olarak sürdürme seçeneği kaldı. (Zaten iyi şiir, 'toplumsal bellek ve zaman'la yerini bulan ve bir kenarda elmas gibi bekleyen şiir degil midir?)
Sayfa 24 - 12 Eylül ve ‘80’ Sonrası ŞiirKitabı okudu
Sevgiye ya da geleneksel evliliklerdeki gibi toplumsal göreneklere ve alışkanlıklara dayalı evliliklere dikkatle bakacak olursak, birbirini gerçekten seven çiftlerin azınlıkta olduğunu hemen fark ederiz. Toplumsal görev duygusu, gelenekler, karşılıklı ekonomik çıkarlar, çocuklara olan ortak ilgi, karşılıklı bağımlılık ya da korku, bazen de birbirine duyulan nefret, genellikle "sevgi" olarak yaşanmaktadır. Eşlerden birinin ya da ikisinin birden birbirlerini sevmediklerini, belki hiç sevmemiş olduklarını anlayana dek, bu böyle sürüp gitmektedir. Günümüzde bu konuda bazı olumlu gelişmeler olduğunu hemen ekleyeyim. İnsanlar eskiye oranla daha uyanık ve gerçekçi oldular. En azından cinsel çekicilik ve cinsel tutku ile sevgiyi birbirine karıştırmayanların sayısıda artma olduğu bir gerçek. Dostane ve sınırlı bir grup ilişkisi de artık aşk sayılmıyor. Bu gelişmeler, insanlar arasında eskiye oranla dürüstlüğün artmasına ve sık sık eş değiştirme eğiliminin yaygınlaşmasına yol açtı. Ama ne yazık ki bu yeni anlayış da, sevginin yaşanması konusunda eskisinden üstün bir toplum yaratmadı.
"Nereden esti? Sevdin mi peki?" diye arka arkaya iki soru sordu Zeynep Hanım. Alper, galip olduğunu düşünenlere özgü o evrensel tonlama ile yanıt verdi: "Ne seveceğim ya! Yarısını anlamadım zaten dede dede kelimeler anayasa hukukundaki gibi... Güya aşk romanı... Nuran mı Nalân mı bir kadın var herkes ona âşık o kimseye âşık filan
Klasik Kürt edebiyatının günümüzde en çok bilinen yazarlarından biri de Ehmedê Xanî’dir. Büyük aşk öyküsü Mem û Zîn’i kaleme alan
Ehmedê Xanî, bu eserini Memê Alan adlı sözlü halk destanından esinlenerek yazmıştır. Memê Alan’ı yeniden yorumlayan Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’e yüklediği en büyük anlam, ona kattığı bakış açısıdır. Mem û Zîn’i klasik bir aşk öyküsü olmaktan çıkarıp dönemin sosyal,
toplumsal olgularını da irdeleyen bir esere
dönüştüren Ehmedê Xanî, eğitime, bilime ve halklar arasındaki kardeşlik ve birliğe verdiği öneme de bu destanında yer verir. Xanî eserinde, İran ve Osmanlı devletleri arasında coğrafyaları bölünmüş Kürtlerin yaşadığı dramları da işler.
Dış tehditlerden korunaklı dünyalar yaratmak isteyen kimi kişiler, fazla ileri gidip dış dünyaya karşı abartılı yüksek duvarlar örerler. Yeni insanlara, yeni yerlere, farklı yaşantılara karşı yükselen bu duvarlar onların iç dünyasını da yoksullaştırır. İşte Acılaşmak burada devreye girer.
Acılaşma'nın (ya da Dr. Igor'un tercih ettiği
"Kırsal toplumda aşk yoktur, cinsellik, mantık vardır; kentselleşmeyle birlikte aşk mitosu doğar, kişilerin ailelerinden kopmalarıyla. Toplumsal hareketlilik, sınıfsal akışkanlık, eğitim ve gelir düzeylerinin yükselmesi, mesleksel farklılaşma, kişilerin tercihlerini özgürleştirir. Sevmenin ve eşleşmenin mantığı ad değiştirir, aşk olur, çünkü artık bireyler ön plandadır. Ve de evlilikler, hani şu aşklar, şu özgür seçimler, çok daha kolay sona erer... "