Bizim hepimizin acısı, öfkesi, aşkı, arzusu, rüyası yalnızca kendi yaşadıklarımızdan oluşmaz ki. Bu çok yoksul ve yıkıcı olurdu. Kimse yalnız kendi aşkını, ayrılığını, ölümünü, huzursuzluğunu, mutsuzluğunu yaşamaz da yazamaz da. İnsan kendi ruhunu başka hayatların ruhuna tutmadan hiçbir şey anlayamaz, göremez. Kimseyi sevemez. Biz yalnızca kendi ölülerimizin ölümüyle ölmeyiz. O zaman, yazdığımız hiçbir şey yalnızca bizim kişisel tarihimiz, özel hayatımız olamaz ve değildir. Geriye, bütün bu ortak acıları, hayatları, arzuları, hepimizin bilinçaltına uzanarak, hepimizin diline, kalbine, bilincine getirmeye kalıyor iş. Bu elbette akıl almaz zor bir varoluş halidir. Yazılanın, hepimizin yaralarında soluk alması, hepimize benzer bir acı vermrsi, ortak bir umuda dönüşmesi, kimsenin kendi yalnızlığından utanmadan birbirinin gözünün içine bakması...bu tuhaf bir çoğalma. İnsanın büyük yabancılaşmasının kırılması ve büyülü bir aidiyetin oluşmasıdır benim de titreyerek gördüğüm. Hem de saygıyı, inceliği, anlamayı ve sevmeyi bir dünya diline çevirerek.