Kaçıp gitmek, gitmek ve bir daha geri dönmemek istedi. Sonsuza dek koşarak kaçmak ve hiçbir yere erişememek! Çünkü eriştiği her yerde mutlaka korkup kaçtığı, terk ettiği geçmişinin bir uzantısı vardı.
“Selâm söyle, kendine iyi baksın,” dedi, yanıtımı beklemeden.
“Akıllıdır, güçlüdür, mutlaka üstesinden gelir,” diye mırıldandı.
“Böyle olmak, kadınlara çok pahalı bir faturaya patlıyor, değil mi baba?” demedim.
‘terk’ edilmekten çok, terk etmenin hüzünlü keyfini yaşıyordum. Bundan sonra sık sık yaşayacağım zehir tadında, çok gösterişli, bir ‘belâ çiçeği’ gibi çiğniyordum hüznü, dişlerimin arasında. Kıtır kıtır... Usulca ve zevkle...
Benliğin dünyasına açılan kapılar az ama değerlidir. Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, eksiksiz bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır.