1985 yılında yayınlanan ve oldukça enteresan bir kurguya sahip olan bu roman, yazarın dünya çapında üne kavuşmasını sağlayan romanıymış. Romanın da, 2006 yılında beyaz perdeye uyarlanan filminin de ödülleri saymakla bitmiyor.
KOKU; Paris’in onsekizinci yüzyıldaki berbat halinin, etkileyici bir şekilde betimlenmesiyle başlıyor. Okurken, tarif ettiği bütün o iğrenç kokuları solumuş kadar oluyorsunuz.
Romanın baş karakteri Jean-Baptiste Grenouille; koku duyusundaki müthiş hassasiyetle, Paris’te dünyaya geliyor. Ancak, herkeste var olan kendine has ten kokusuna ise ne yazık ki sahip değil. Bu da onun insanlar tarafından yok sayılmasına, en iyi ihtimalle(!) ise insanların ondan iğrenmesine veya korkmasına sebep oluyor. En ölümcül hastalığa bile direnebilen bir bünyeye sahip olan Jean-Baptiste; parfüm kokularını duyduğu anda beyninde kokunun içeriğini analiz edebilen, reçetesini saniyeler içinde çıkarabilen bir dâhi aynı zamanda.
Bitkilerden koku elde etme yöntemlerini, kendi tenine eşsiz bir koku yaratabilmek adına, genç kızlar üzerinde uygulamaya başlıyor. Bu tutkusu onu, bir seri katile dönüştürüyor.
Giriş ve gelişme bölümleri o ödüllerin hakkını kesinlikle vermiş ama kitap arkası yazısında “olağanüstü akılcılıkla erişilen son” şeklinde tanımlanan sonuç bölümü biraz fazla olağanüstü geldi bana.
Romana başı gerilim-sonu fantastik tanımlaması yaparsak, sonuç bölümüyle de büyülenmek mümkün bu minik bakış açısı farkıyla.