“Onca yıl boyunca çevremde görünmeyen ancak oldukça hissedilir biçimde daralan öyle bir çember vardı ki bir yerlerde hakkında başka bir karar verildigini kabul etmem güç olmuştu, geçidin önünde hep kapalı durumda tutulan bariyer kalkıyor, son zamanlara kadar çalmayı bile cesaret edemediğimiz kapı kendiliğinden açılıyordu, artık istediğim zaman içeri girebilecektim.
Meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım,
uyy... aman kalabalık!!
Rüzgârlı bir orman gibi uğuldardı, kardaşım, bu yaman kalabalık.
Kalkütalı tornacılar, Keşmirli dokumacılar, Bombay gemicileri,
yetmiş yedi denizin getirdiği
kum gibi..
Çırılçıplak çocuklar,
insan var
sarkıyor salkımlarla ağaçların dalından.
Kocakarılar oturmuşlar eşiklere.
İğne değil, bir kıl koparıp atsan sakalından
düşmezdi yere..
Meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım,
uyyy, aman kalabalık....
Bir sonraki kelimelerimi özenle seçtim.
"Diğer çocukları dediniz...Öyleyse.. Sizin ikinizin de bir çocuğu vardı değil mi?"
Helmut'un yüzü düştü
"Bir oğlumuz vardı.
"Oturma odasında fotoğrafı olan çocuk mu?"
"Evet."
"Peki, o şimdi nerede? Yani oğlunuz?"
Helmut hâlâ çatalında yenmeyi bekleyen spagettiyi bıraktı.
"Kardeşinizin olduğu yerde.
Gerçi hayat bana öğretmişti; kul kurar, felek gülerdi. Her ilmeğini planlayarak ördüğünüzü sandığınız atkı, gün gelir boynunuza dolanıverirdi. Ölüm diye bir şey vardı çünkü. O varken yarın ne demekti, planlar neye yarardı!
"Sence Felix'in ne derdi var?" diye sordu Bay Baker.
Soru beklemediği yerden geldiği için cevap vermeden önce düşünmesi gerekti. "Ben bir derdi olduğunu düşünmüyorum efendim" dedi. "Bence tek sorunu ... "
Mutsuzluk diyecekti az
daha. Fakat mutluluk denen şey de gösterişten, sürdürülmesi imkansız bir durumdan başka neydi, hele ki dile getirmesi
bile bu kadar zorken? Çocukken mutluluğu tanımlayabildiğini hatırlamıyordu: Bir tarafta korku ve sefalet, diğer tarafta korku ve sefaletin yokluğu vardı ve tek isteği ya da ihtiyacı bu durum olmuştu.
"Çekingen bir çocuk olması" diye bitirdi. Bay Baker homurdandı (belli ki aradığı cevap bu değildi).
"Ama sen onu seviyorsun değil mi?" derken o kadar tuhaf ve savunmasız bir çaresizlik içindeydi ki hem Felix hem de Bay Baker için muazzam keder duydu içinde. Baba olmak böyle bir şey miydi? Böyle bir babanın çocuğu olmak böyle bir şey miydi? Böylesi mutsuzluklar, kırgınlıklar, beklentiler dile getirilmeden ve karşılanmadan mı yaşayıp gidiyordu insanlar?
"Tabii ki seviyorum" dediğinde Bay Baker göğüs geçirip normalde kapıya giderken hizmetçinin eline tutuşturduğu çekini vermişti.
10 Temmuz 1336 İçin
10 Temmuz geçen yıl ne kara gündü
Obalar göç etti, ocaklar söndü,
Yurdumuz bir yangın yerine döndü,
O günler ruhlarda bir sızı vardı.
O günler döküldü mahzunlar kanı,
Bir hicret ateşi sardı cihanı,
Boğulmak istendi Türk'ün imanı,
Sokakta kanların hep izi vardı.
Çok şükür Tanrı'ya bu günü gördük,
Tarihe pek şanlı çelenkler ördük,
Zaferler bağından laleler derdik,
Türk'ün hiç sönmeyen yıldızı vardı.
Yahya Nusret
Sayfa 6 - Kaç-Kaç, 10 Temmuz 1336 (1920); Soygun, Yangın ve Yağma Başlıyor; Yeni Adana GazetesiKitabı okuyor
İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.
Tarihte hiçbir hükümdar tam manasıyla egemen olmamıştır. Egemenliği en çok tehdit eden husus da zaman ve mekan olmuştur. Büyük İskender dünyanın neredeyse yarısını fethetti. Ama ölüme yenilip zirveye çıkamadan tarih sahnesinden silindi. Roma imparatorları güçlerini nesilden nesle aktardılar. Evet, mekan sorunu yaşamamışlardı belki ama zamana her seferinde yenik düşüyorlardı. Muhammed ve takipçileri daha iyi bir metot geliştirdiler. Her yana ruhları köleleştirecek vaizler gönderdiler. Bu şekilde her türlü direnci kırmayı başardılar. Artık ülkeler olgun armutlar gibi sapır sapır avuçlarına düşüyordu. Ama maneviyatın güçlü olduğu yerlerde mesela Hiristiyanlar karşısında bu üstünlüklerini yitiriyorlardı. Roma kilisesinin onunkinden bile daha iyi bir metodu vardı. Orada veraset Müslüman halifelerde olduğu gibi kan bağına göre değil zekâ kapasitesine göre tespit edilen kurallara göre biçimleniyordu. Ancak en zekiler liderlik mertebesine yükselebiliyordu. Tabii bu zekâ da inananların çok güçlü bir biçimde birlik olmasını sağlıyordu. İşte kilise köleliği zaman içinde bu şekilde alt etti. Ama onlar da mekana bağımlıydılar. Bizzat bulunmadığı yerlerde kilisenin hiçbir gücü olmuyordu.Bu yüzden de çeşitli vaatlerle güçlü müttefikler aramak mecburiyetinde kalmışlardır