Bir otel odasından ayrıldıktan sonra kim sevgi ya da nefretle arkasına bakar? Ancak o odada yaşanmış ne varsa onu sevebilir ya da ona burun kıvırabilirsiniz. Ama odanın kendisi? Yine de bir anmalık alırsınız. Ha, yok, odayı anımsamak için değil. Aslında işinizin, serüveninizin geçtiği yer ve zamanı anımsamak için. Bir otel odası için bir insan ne duyabilir? Bir insanın bir otel odası için birşeyler duyması, o otel odasının, o odada kalan kişiye karşı birşeyler duyması kadar olanaksızdır.
İşte, yücelerin yücesi Tanrım, o kadın beni böylesine bırakıp gitti; ya da hiçbir zaman yanımda olmadığından, benden hiç ayrılmadı.
Zaman bazen hiç tatmin etmeyeceği yollar çıkarıyordu insanın karşısına. Bir tufanın insanı yaprak gibi oradan oraya savurduğu bu bilinmezlikle hayat, o insanin önüne koca bir taş koyabiliyordu. Bazen de yeni fırsatlar sunan evren, insanın girebileceği birden fazla kapı sıralıyordu. Kişinin biraz bile şansı varsa, karşısında beliren kapılarda güzel bir sürpriz yakalayabilirdi. Tam tersi olduğunda ise ona seçenek sunmayan en büyük engel, dağ gibi insanın önüne dikilip arkasını görmesini engelliyordu.
Modern insan, kendini dünyadan fazlasıyla alacaklı hissediyor. Bu hâl, onun ruhunun yarasını kanatıyor. Gözlerindeki perdeler kalınlaşıyor. Göreceği varsa da göremiyor.
"Çok erken yaşlarda fark ettim aslında prens olabilmek için sadece beyaz bir ata ihtiyaç duyulduğunu eğer paranız varsa bunu yetmişiniz de bile yapabilirsiniz. Prensesler de satılıktır tıpkı atlar gibi."
“Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya
dalarım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi.
Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma.
Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.”
Haydi, gitmediğim bir ülke adı söyle bakayım. Hiç yorulma, söyleyemezsin. Gördüğüm nice ülkelerin adını bile işitmemişsindir sen. İşte, hayat diye ben böylesine derim. Durmadan gideceksin. Ne varsa bundadır. Bir yerde uzun süre kalma. Niye kalasın ki? Geceyle gündüz nasıl birbirlerini kovalayarak dünyanın çevresinde dolaşıyorlarsa; sen de hayattan soğumamak istiyorsan, düşüncelerini onun üzerinde toplamaktan kaçın. Hayat üzerine düşünmeye başladın mı, bil ki soğursun ondan... Her zaman böyle olur bu.
Bana yakın hiçbir şey kalmamıştı, hiçbir sevdiğim, hiçbir komşum ve yaşamım bedenimi sarıp silkeleyen bir tiksinti gibi yükseliyordu içimde. Sanki tüm ölçüler aşılmış, tüm sunakların kutsallığına gölge düşürülüp tüm tatlılıklar tiksinti uyandırmaya başlamış, tüm yükseklikler aşılarak ardına geçilmişti. Sanki bir saflığın tüm parıltıları karanlığa boğulmuş, bir güzelliğin tüm sezgileri şimdiden çarpıtılıp ayaklar altında çiğnenmişti. Bundan böyle özleyeceğim hiçbir şey kalmamıştı, başkalarına sunacağım hiçbir şey, nefret edeceğim hiçbir şey. İçimde kutsal, kirlenmemiş ve yatıştırıcı ne varsa bir bakıştan, bir sesten yoksundu. Yaşamımın tüm muhafızları uykuya dalmıştı. Tüm köprüler atılmış, tüm uzaklıkların mavileri yağmalanmıştı. Cezbedici ve sevimli ne kalmışsa elimden uçup gitmiş, gemisi karaya oturan bir kazazedeye dönüşmüştüm; ruhsal bakımdan bitkin, dile gelmez ölçüde yağmalanmış, sefaletimin bilincine vardığımda, gözlerimi yere indirip kollarım ve bacaklarımda bir ağırlıkla doğrulup kalktım, geceleyin kimseye veda etmeksizin ve arkasından kapıları kapamaksızın evinden çıkıp giden bir mahkum gibi geçmişimin tüm akışkanlıklarından çıkıp gittim.