sâye...
Yıkıntılar arasında darmadağın olan kırıntılardan bir umut çiçeği yaratmayı başarabildiysem de bu yine onun sayesindeydi. Onun hayatına dahil olmaktan başka bir şey yapabildim mi bil- miyorum lakin o bana günün anlam ve önemini bir sev- da adına onlarca şiir yazmak için sebepler sunmuştu. Karanlık günlerin ardından doğan güneşin de aslında çiziksiz bir sayfa olduğunu, bu sayfayı kendi istediğim şekilde boyayabilmemin mümkün olduğunu hatırlatmıştı. Her şeyin sonunda yine kalbimi sokacak bir limana sahip olmuştum. Geçmişe gömülü olan yaşantımı yeniden yarınlara yelken açan yaşam arzusuna çevirmişti. Bu günleri görse benimle gurur duyacağını bildiğim Sıla ablanın da şimdi, öbür tarafta beni izleyip sevincime ortak olduğu düşüncesine kapılmama vesile olmuştu. O bana aşk olmuştu ve ben bu aşkı ömür boyu yanı başımda taşıyacaktım.
İkinci adamKitabı okuyor
… demeye götürmüştüm sözümü.
Ellerini avuç içime alıp kalbime götürdüm. Bak seni görünce ne kadar da heyecanlanıyor, seni ben de çok özledim demeye götürmüştüm sözümü. Kelimelere dökmekten daha kolay ama daha manalı gelmişti. "Sen yoksa beni sevmeyi bıraktın mı? Beni sevmiyor musun artık?" Yumuşamaya başladığının göstergesiydi bu sözleri. Bunu her zaman her fırsatta en güzel şekilde kullanma- yı bilirdi. Gözlerini hafif kısar ve dudakları da ufaktan aşağı kıvrıldığı zaman gördüğüm manzara beni etkisiz hale getirirdi ki ben zaten hayatıma dahil olduğundan beri kendisinin etkisi altındaydım. Çok seviyordum kendisini ve bunu hem kendisine hem de tanıdığım herkese defalarca kez dile getirmekten asla sıkılmazdım. Avucumun içinde tuttuğum elini yeniden öptüm. "Olur mu hiç öyle şey?” dedim gözlerinin içine bakarak. Sıla ablanın zamanında ona duyduğum özlemin arkasından bana söylediği sözler gelmişti aklıma.
Sayfa 204 - İkinci adam yayınlarıKitabı okuyor
Reklam
'Benim burada ne işim var?" diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Bir labirentin içindeymişsiniz ve kaybolduğunuzdan eminmişsiniz de, her bir dönemeci kendiniz yarattığınız için bu tamamıyla sizin suçunuzmuş gibi hissettiğiniz Üstelik dışarı çıkmanızı sağlayacak birçok yol olduğunu da biliyorsunuz çünkü labirentten çıkmayı başarmış, dışarıda gülüşüp oynayan insanların seslerini duyuyorsunuz. Çalı çitlerin arasından arada bir görüyorsunuz onları. Yaprakların arasından gelip geçen şekiller halinde. Öyle mutlu görünüyorlar ki onlara değil, bu işi onlar gibi yapamadığınız için kendinize kızgınsınız. Oldu mu hiç? Yoksa bu labirentte kalan bir tek ben miyim?
Sen neymişsin be Aşk...
"Evlendiler ve bir sürü çocukları oldu." Evet, peki ama aşk evlenmek demek midir? Bir sürü çocuğumuzun olması demek midir? Bu açıklama biraz zayıf ve basmakalıp kalıyor. Aşkın bir aile evreninin yaratılmasıyla tamamlandığı ya da gerçekleştiği düşüncesi doyurucu değil. Aile evreni aşkın bir parçası değildir demek istemiyorum -ben aşkın bir parçası olduğuna inanı­yorum-, ama aşk ona indirgenemez.
Sayfa 34 - CanKitabı okuyor
Birinci Bölüm
4 mayıs- Gidiyor olmama ne çok seviniyorum! Sevgili dostum , insan kalbi nasıl bir şey dir! Bir zamanlar ayrilmayacagimı düşündüğüm ve çok sevdiğim senden ayrılmama rağmen çok mutlu hissediyorum! Beni affedecegini biliyorum. Diğer bütün ilişkilerim benimki gibi bir zihne iskence etmek için kaderin oynadığı oyunlar değil mi? Zavallı Leonora! Ama benim hiçbir suçum yoktu. Kız kardeşinin büyüleyici cazibesiyle beni mutlu edip eglendirmis olması benim sucum mu? Bu Zavallı yürekte bir tutkunun alev alması karşısında elimden ne gelebilirdi ki! Buna rağmen tamamen suçsuzmuyum acaba? Onun duygularını ben uyandırmadim mı? Doğadaki küçük bile olsa bizi çok eğlendiren o gerçek duyguları bende cazibedeki bulmadım mı? Bunu yapmadim mı? Ama ah ! Bu kendisini suçlamaya cüret eden adam da kimdir?
Duygu dünyası yeterince gelişemediğinde, gönül fakirliği performansla giderilir. New York'un yoksul kesimi dışındaki iliş- kilerde entelektüel performans egemendi. Bu konuda eksi du- rumdaydım, ama kendimi eksik de hissetmezdim, çünkü hisset- tirilmezdim. O yıllarda tıp doktoru olmak saygın bir statü idi, üs- telik psikiyatri eğitimi alıyorsanız da havalı. Tanıdığım entelek- tüeller bu nedenle mi beni aralarına almaya istekliydiler, bilemi- yorum. Kimse bana tepeden bakmadı ve her zaman içtenlikle yaklaştılar. Yıllar sonra dönüp baktığımda, benim eksik değil, onların gereğinden fazla olduğunu ve bundan kendilerinin de bu- nalmış olduklarını fark edecektim. Sıradan konuşmalarda bile çok fazla yorum yapılıyordu. O zamanlar memlekette sadece düz dedikodu vardı ve davranışların yorumlanması alışmadığım bir şeydi. Entelektüel arkadaşlarımın kültür ve sanat olaylarından sık söz etmeleri benim gibi bir cahil için başlangıçta iyi bir rehber oldu. Aslında birey olarak Amerikalıların genelde iyi insanlar ol- duğunu düşünüyorum, hatta biraz da saf yanları var. Memlekette yaygın olan, arkadan konuşma, mesnetsiz yargılama, yıkıcı de- dikodu ile orada hiç karşılaşmadım. Bazen onları üst-sistemin kurbanları gibi gördüğüm de olur. Doksanlı yıllarda insan ilişki- lerinde bir şeylerin yanlış gitmekte olduğunu fark eden bir kısım Amerikalı, intimacy dedikleri yakın ilişki kavramını halledilmesi gereken bir mesele olarak ele almaya çalıştılar. Ne var ki duygu- sal meseleleri proje olarak ele aldığınızda bir yere varmak genel- likle mümkün olamıyor.
Sayfa 51 - MetisKitabı okuyor
Reklam
:o
Orada yaşadığım yıllarda Amerika bayağı tutucu bir yerdi. 1960 yazında kız arkadaşım Eva ile Long Island 'daki Long Beach'e gitmiştik. Mevsim başı olduğu için plajda az sayıda insan vardı. Mayolarımızı giyip denize doğru yürürken bir görevli yaklaştı ve nazik bir tavırla plajı terk etmemizi, o kıyafetle orada olamaya- cağımızı söyledi. Yani kovulduk. Çünkü bir Fransız olan Eva'nın üzerinde bikini vardı, bu onun için çok doğaldı, benim için de öy- le. Eva sık kullandığı "Bu vahşiler ülkesi..." ile başlayan tiradını söylerken oradan ayrıldık. Bu olaydan sekiz yıl önce, 1952'de, Türkiye güzelimiz İtalya'da Avrupa güzeli seçilmiş, oradaki ya- rışma sırasında muhafazakâr bir bikini giymişti. Kaldı ki Eva'nın mayosu da şimdikiler gibi minimalist değildi.
Sayfa 50 - MetisKitabı okuyor
En büyük, en güçlü, en gelişmiş... En sözcüğünü sevmem ve cid- diye almam, ama Amerika'da ondan çok var. Böyle bir model üzerine kurulmuş olan sistemin narsisistik yapısı, doğal olarak, bireylerini kendi amaçları doğrultusunda kullanma eğiliminde oluyor ve onlara fazla kişisel alan bırakmıyor. Bu, Amerika'yı bir yönergeler toplumu yapıyor. İnsanların sistemin şartlandırdığı yönergeler doğrultusunda davranması bekleniyor ve buna uyma- yanlar sistem dışına itiliyor. Sistem, girişimciliği ve yaratıcılığı teşvik ediyor. Bu nedenle, kendi ülkesinde bilim ve sanat dünya- sında aradıkları zemini bulamayan pek çok insan orada amaçla- rını gerçekleştirme imkânı bulmuştur. Ancak bu insanın kendisi- ni gerçekleştirmesinden farklı bir durum ve sistemin böylesi bas- kın olduğu bir alanda, duygusal dünyaların sığ kalma olasılığı da yüksek. Sistem bireyleri en iyisine sahip olduklarına öyle inandırmış ki insanlar kendilerini yöneten mekanizmaları soruşturma gereğini duymuyor. Belki de bu nedenlerle, ülke 11 Eylül'de aldığı narsisistik darbenin etkilerinden bir türlü kurtulamıyor
Sayfa 49 - MetisKitabı okuyor
Saçma da olsa şimdi burada oturduğum yerde seni çok özlüyorum. Gerisi malum lafın. Çünkü seni çok seviyorum ve çok uzağımda da olsan, bu düşün­ce bile gülümsetiyor beni... İnsanlar yürüsün, bira ılısın, ben cümle kuramayayım ne fark eder? Seni seviyorum ya bana ne gerisinden.
İthaki yayınları
Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim. Ve hiç bir zaman huzur ya da mutluluk vadetmedim. Sana ancak bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç. Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... Üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur."
Reklam
"Benim burada ne ișim var?" diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Bir labirentin içindeymişsiniz ve kaybolduğunuzdan eminmişsiniz de, her bir dönemeci kendiniz yarattığınız için bu tamamıyla sizin suçunuzmuş gibi hissettiğiniz? Üstelik dişarı çıkmanız sağlayacak birçok yol olduğunu da biliyorsunuz çünkü labirentten çıkmayı başarmış, dışarıda gülüşüp oynayan insanların seslerini duyuyorsunuz. Çalı çitlerin arasından arada bir görüyorsunuz onlar. Yaprakların arasından gelip geçen șekiller halinde. Öyle mutlu görünüyorlar ki onlara değil, bu iși onlar gibi yapamadığınız için kendinize kızginsınız. Oldu mu hiç? Yoksa bu labirentte kalan bir tek ben miyim?
"...sonuçta hepimiz öyle ya da böyle kendimize eziyet ediyoruz. Kimse bu şekilde yaşamak istemiyor. Ya da en azından ben istemiyorum. Başka türlü yaşamak istiyorum; ya da bir gün başkalarının başka türlü yaşayabilmeleri için gerekiyorsa ölmek istiyorum. Ama internette gezdiğimde uğruna ölünecek bir fikir göremiyorum. Oradan çıkan tek fikir, gözümüzün önünde gerçekleşen insanlık faciasını seyretmeye devam etmemiz ve en sefil, en ezilmiş olanların dönüp bize nasıl engel olacağımızı söylemesini beklememizmiş gibi geliyor."
"...sonuçta hepimiz öyle ya da böyle kendimize eziyet ediyoruz. Kimse bu şekilde yaşamak istemiyor. Ya da en azından ben istemiyorum. Başka türlü yaşamak istiyorum; ya da bir gün başkalarının başka türlü yaşayabilmeleri için gerekiyorsa ölmek istiyorum. Ama internette gezdiğimde uğruna ölünecek bir fikir göremiyorum. Oradan çıkan tek fikir, gözümüzün önünde gerçekleşen insanlik faciasını seyretmeye devam etmemiz ve en sefil, en ezilmiş olanların dönüp bize nasıl engel olacağımızı söylemesini beklememizmiş gibi geliyor."
Köylülerin cehaletine nasil da imrenmisimdir. Benim için açik bir celiskinin ifadesi olan inanç ilkeleri, onlar için hic de yanlis degildi. Doğruluklarına, yani benim de inandığım doğruluklarına inanıyorlardı. Su farkla ki, benim gibi mutsuz bir adam için, gerçegin pamuk ipliğiyle yalana bagli oldugu apaçiktir ve ben onu bu sekliyle kabul edemem.
Sadece bu, Alenka Zupancic’in kitabının yalnızca özgün felsefî bir olay değil, aynı zamanda günümüzün etik-politik tartışmalarına hayatî bir müdahale olduğunu göstermeye yeterlidir. O zaman buradan çıkacak sonuç, Alenka’nın kitabına büyük saygı duyduğum ve takdir ettiğim mi olmalıdır? Hiç de değil: Böyle bir takdir davranışı daima yazara ilişkin içe sinmiş bir üstünlük konumunu varsayar: Şahsen yazara tepeden bakabileceğimi ve çalışmasının niteliği hakkında yüce gönüllükle olumlu bir yargıya varabileceğimi düşünüyorum. Dost bir felsefeci için tek gerçek saygı işareti kıskançlık dolu bir öjkedır nasıl oldu da yazarın söylediğini ben düşünmedim? Yazar bunu yazmadan önce geberseydi de vardığı sonuçlar kendi hâlinden memnun huzurumu bozmasaydı daha iyi olmaz mıydı? Alenka’nın kitabı hakkında yapabileceğim en büyük itiraf, el yazmalarını okurken kendimi ne kadar sık kıskançlık ve öfkeden ağzı açık, felsefeci varlığımın tam da çekirdeğinde tehdit altında hissederken, henüz okuduklarımın halis güzelliği ve coşkusuyla çarpılmış, böylesi özgün düşüncenin bugün hâlâ nasıl mümkün olabileceğini merak ederken yakaladığımdır. O hâlde bırakın kendime Alenka için bir tür ​“akıl hocası” rolü biçmekten çok öte bir dizi ortak projede kendisiyle işbirliği yapabilmekten naçizane bir ayrıcalık hissettiğimi söyleyeyim. Eğer Alenka’nın kitabı klasik bir referans kitabı olmazsa, bundan çıkarılabilecek tek sonuç, akademik çevremizin anlaşılması güç bir kendini yok etme iradesinin ağına düştüğüdür.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.