Ülkemizde, bilinen, ters bir gelişim oldu. Uzun yıllardır Batılılaşmak adına yapılan girişimler, yerli düşünceye yabancı kişilerin 'Batıcı aydın' etiketi altında çıkmalarına neden oldu. Bunlar ulusumuzun yabancılaştırmaya doğru çektikçe, ulusumuz yabancılaşmamak için direndi, mıh gibi çivilendi yere, kıpırdamadı.
Köylü de aç, öyle mi? Peki, ben aç değil miyim? Ha?.. Kardeşcik... Doğdum doğalı açım ben... Hem de hiçbir kanun maddesi söz etmez bundan... Ya!.. Köylü açmış... Niçin? Kıtlıktan mı? Kıtlık onun kendi kafasında!.. Tarladaki kıtlık sonra gelir, anladın mı?.. Niçin yabancı ülkelerde kıtlık olmuyor? Çünkü ordaki insanların kafası ense kaşımak değil, düşünmek için yaratılmış!.. Ya... Kardeşcik... Oradaki insanlar istediler mi bugünün yağmurunu yarına ertelerler. Güneş yakıcı olmaya başladı mı onu da bir bulutla örtüverirler. Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Hiç!.. Neyse, canı cehenneme!..
Çok arkadaşımızın olması değil, değerli ve güvenilir dostlarımızın olması önemlidir. 10 tane 1lira da 10 lira eder, 2 tane 5 lira da 10 lira eder. Önemli olan nicelik değil niteliktir.
“Yanlış,” dedim kendi kendime, “İrlanda resmi bize uymaz.” Türk milletinin bilmem nesi itibariyle
değil, Müzeyyen itibariyle uymazdı. Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında, ayıp, yasak, günah
üçgeninde sıkıştırılmış vaziyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi kendine bir
şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya
günümüzde var olan tarihi belgeler kesinlik açısından m.ö. 318 yılını işaret eder. bu yıl hun yani hsiung-nu adının ilk defa belirgin bir şekilde ortaya çıkışı olarak verilmektedir. bu yılda yaşandığı belirtilen olaylar içinde hunlarla bir çin devleti arasında ittifak, bir anlaşma söz konusudur. belki bunlara o devirde çinlilerin kuzeyliler için genel olarak kullandığı yabancı anlamına gelen hu ismi ilave edilebilir. zaten kuzeyli yabancılar için en yaygın kullanılan ti(di) karakteri de söz konusu dönemde kullanılmaya başlanmıştır
Ellerin vardı, sıcak ve masum.
Ellerin, hayal gibi, düş gibi...
O zaman talihime yardı ellerin.
Beyaz bir gecede, iki kuş gibi,
Omzuma nasıl da konardı ellerin? ..
Hangi rüzgarlarda şimdi kimbilir?
O değirmen altı, o zümrüt koru,
İlk dörtlü yoncayı bulduğumuz yer,
Ya o çapkın çapkın kestanecikler! ...
Hani bir yerleri çimdiklenir hafifçe,
Kanardı
İyi ahlak küçük hanım, ana babanın evinde uslu edepli oturup büyükleri saymak, zamanı gelmeden koca peşine düşmemek... Zamanı gelince koca da bulunur. Tabi yetenekler, bazı bilgiler kısmetin açılmasına yarar, ona ne şüphe. Örneğin, bir genç kız piyano çalman, çat pat Fransızca konuşmalı, tarihle coğrafyaya, aritmetiğe büsbütün yabancı olmamalıdır. Bundan fazlası da fazla... Bir de mutfak.
Evet. Ciddi, erdemli her genç kızın bilgi dağarcığında mutfak bilgisi olması şarttır. Ama uzun lafın kısası iki gözüm pek sayın küçük hanımefendi, bütün bunları saymam gereksiz, çünkü benimle kaçmanıza nasıl olsa fırsat vermezler, yakalarlar bizi.
Bugünün insanı, bugünkü reel toplum yaşamının etiği içinde insanların birbiriyle ne gibi "değerler" için yaşayıp kavga ettiğini, insanın insandan neden ve ne için korktuğunu, insanın insan karşısındaki toplumsal konumunun nedenlerini nasıl biliyor ise; toplumsal yaşamındaki ilişkilerde başka insanlardan ya da gündelik hayatın akışı içinde her zaman rastlamadığı "yeni" ve "yabancı" öğelerden neden ve niçin korkuyorsa; "aşk" deyince, "başarı" deyince, "erk" deyince, "mutluluk" deyince, "eğlenmek" deyince ne anlıyorsa, TV'nin belgesel/tarih dizilerinde de bunları bulmaktadır.
Dizilerdeki tarihi kişiler, karakterler ve yaşamları, bunların yaşamları sırasındaki olaylar hep bu basmakalıp bilgilenimlere göre verilmektedir.
Kıyıda, iki katlı, üçgen alınlıklı ahşap bir evin önünde, biraz sonra evden çıkacak olan bir kadını
bekliyormuş gibi ayakta dikilen, giysileri ve duruşu ile eve ve kıyıya yabancı, ince uzun bir adam
vardı. Adamı tanıyordum. Bir filmde, ağaca çıkıp, “Kadın istiyorum!” diye uluyan
oyuncuya benziyordu. Beklediği kadın, tiz kahkahalar atan, balık etini geçkin, gül desenli, tek parça
pazen giysiler giyen, gerdanında ince çizgiler belirmiş, terleyen bir kadındı.
Ev, çevresindekilerin tercihlerine karışmayan, bu tarafsızlık nedeniyle, kendi kaderine sahip çıkma
yeteneğini kaybetmiş ve şimdi bir dekor gibi sadece ön yüzü ile mevcut bir evdi. Kadın ise yıllar
önce arka kapıdan, başka biriyle kaçmıştı. Evi saran sarmaşık her şeyi biliyor ve susuyordu.
“Evi yak,” dedim adama, “yak ve git.”
“Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öge gibi önümüze getirilmiş. coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. neye?”
Çocuk denilen toplumsal sorun, bizim iç dünyamıza işlemiş, vicdanımıza hitap eden, bizi harekete geçmeye zorlayan bir olay. Çocuk bir yabancı değil, yetişkin hayatın önemli bir parçasıdır.
“Siz hepiniz, delicesine çalışmayı ve hızlı, yeni, yabancı olanı sevenler, – kendinize katlanamıyorsunuz, sizin çalışkanlığınız bir kaçıştır ve kendi kendini unutma istemidir.”
Zulüm, başka neydi ki?
Oysa; İnsanın kendi doğasına aykırı davranışı. Kendi kendisine yabancı kılışı. Kalbin kendini inkârı. Hiç ummadığı yerden yara alışı. Hiç ummadığı yerden zalimce yaralayışı. Kınadığını kendinde tekrarı. Bir yanıyla en güzel olanın hemen ardından en çirkin olması. En güzeli yaşatanın korkuncu tattırması.