yağmur

yağmur
@yagmurdur
Her ne kadar içerikleri değişse de, hemen hemen bütün blogların paylaştığı bir nitelik vardı: En özel deneyimleri ve en mahrem maceraları kamuda sergilemek konusunda sınırsız bir açıklık ve doğruluk. Kabaca söylemek gerekirse, kendini (ya da kişiliğin en azından bazı taraflarını ya da yönlerini) piyasaya çıkarma konusunda aşikâr olan, kendine ket vurma eksikliğidir bu.
Reklam
Michel Foucault’nun ileri sürdüğü gibi, “kimlik doğuştan verilen bir şey değildir” önermesinden tek bir sonuç çıkıyor: Kimliklerimizin (yani “Ben kimim?”, “Bu dünyadaki yerim ne?”, “Dünyadaki amacım nedir?” gibi soruların yanıtlarının) tıpkı sanat yapıtları gibi yaratılmaları gerekiyor.
Eğer yaşam bir insan yaşamı ise –yani irade ve seçme özgürlüğüyle donatılmış bir varlığın yaşamıysa− sanat yapıtı olamaması mümkün değildir. “Yapacağım” ifadesinin yerine “yapmalıyım”ı dayatan ve dolayısıyla olası tercih boyutunu daraltan dış güçlerin ezici baskısına nedensel rol atfederek, irade ve seçimin varlığını yadsımaya ve/veya gücünü gizlemeye yönelik her türlü çabaya rağmen, irade ve seçim yaşam biçimi üzerinde iz bırakır.

Reader Follow Recommendations

See All
Üst sınıflar kendi üstün konumlarını korumak için neredeyse hiçbir şey yapmaya gerek duymaz, alt sınıflar da kötü talihlerinden kurtulmak için neredeyse hiçbir şey yapamaz. Oysa orta sınıflar için, imrendikleri ancak sahip olamadıkları şeyler ele geçirebilecekleri şeyler gibi görünürken, sahip oldukları ve keyfini sürdükleri şeyler −en ufak bir dikkatsizlikte− kayıp gidecekmiş gibidir. Diğer insan kategorilerine kıyasla, onlar sürekli kaygı halinde yaşamak zorundadır ve mutsuzluk korkusu ile görünürde güven dolu olan keyifli fasılalar arasında salınır dururlar.
İnsanlar “adaleti” (şayet isyanlarının maksadı dedikleri şey buysa) ancak bir yadsıma, ret, feshetme, eşit olma ya da “adaletsizliği” dengeleme ya da giderme edimi olarak tahayyül edebiliyordu. Adalet talebi, çoğunlukla muhafazakâr bir çağrı olup kaybedilen ya da kaybedildiği düşünülen bir şeyi yad ediyordu; zorla (“adaletsizce”, “haksızca”) alınan bir şeyi yeniden ele geçirmeye ve böylece (korkunç ama alışılagelmiş, “normal”) eski düzene sevinçle geri dönmeye yönelik itici bir güçtü.
Reklam
Dünyanın yönetilme biçimiyle ilgili kaygının yerini, kendi kendini yönetme kaygısı aldı. Bizi üzen ve kaygılandıran şey, bütün sakinleriyle beraber dünyanın hali değil; dünyadaki zorbalıkların, saçmalıkların ve adaletsizliklerin, kaygılı bireyin iç huzurunu ve psikolojik dengesini bozan ruhsal sıkıntılar ve duygusal sarsılmalar şeklinde yeniden dolaşıma girmesinin ürünü olan şeylerdir. Christopher Lasch bunun “kolektif hoşnutsuzlukların sağaltıcı müdahaleye tabi olan kişisel sorunlara” dönüşmesinin sonucu olduğuna dikkat çeken ilk kişilerden biriydi. Lasch’in anılmaya değer bir şekilde “psikolojik insanlar” olarak adlandırdığı “yeni narsistler”, dünyanın halini yalnızca kişisel sorunlar prizmasından algılar, irdeler ve değer biçer ve bu kişilere “suçluluk duygusundan ziyade endişe musallat olur.” Onlar “ruhsal” deneyimlerini tescillerken “gerçekliğin temsili bir örneğine ilişkin nesnel bir açıklama sunmaya çalışmak yerine, başkalarının dikkatini, beğenisini ya da ilgisini kendilerinde toplamak için onları aldatmayı” ve böylece kararsız benlik duygularını desteklemeyi amaçlarlar.
Toplum, insanlar açısından birtakım tercihleri daha az seçilebilir kılabilir (kılar da). Ancak hiçbir toplum, insanların seçim hakkını tümden elinden alamaz.
Nihayet, eğer hocalarımın dili olan Latincede değil de, yurdumun dili olan Fransızcada yazıyorsam, bunun nedeni saflığını hiç kaybetmemiş doğal akıllarını kullanan kimselerin, görüşlerim hakkında, yalnızca eski kitaplara inananlardan daha iyi yargıda bulunacaklarını umuyor olmamdır : ve sağduyu ve araştırmayı birleştirebilenler, -ki yalnız onların bana hakemlik etmesini dilerim,- eminim ki açıklamalarımı alelade dilde yaptığım için, kanıtlarımı dinlemek istemeyecek kadar Latince yanlısı olmayacaklardır.
Sonra, ne olduğumu dikkatle inceledim, ve hiçbir bedenim olmadığını, içinde bulunduğum ne bir dünya, ne de bir yer olmadığını farzedebildiğim halde, bu yüz­den kendimin var olmadığımı farzedemediğimi ; tersi­ne, sırf başka şeylerin doğruluğundan şüphe etmeyi dü­şünmemden, kendimin var olduğum sonucunun pek açık ve pek kesin bir şekilde çıktığını ; oysa, düşünmekten kesilseydim, hayal ettiğim bütün şeyler doğru olsalar bile, var olduğuma inanmak için elimde hiçbir neden kalmıyacağını görerek anladım ki : ben, bütün özü (mahiyeti) ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yer’e ihtiyacı bulunmayan ve maddî hiçbir şe­ye bağlı olmayan bir cevherim. Öyle ki, bu ben, yani kendisiyle ne isem o olduğum ruh, bedenden tamamıyle farklıdır, hattâ bilinmesi onu bilmekten daha kolaydır, ve beden var olmadığı halde bile, ne ise o olmaktan ge­ri kalmaz.
Aynı anda hem anlatıcısı hem baş kahramanı hem de okuru olarak bu hikayenin tam "ortası"ndayız; yaşarken oluşturuyoruz; ileriye doğru gidiyor gene de geriye doğru anlıyoruz; ne tür bir hikaye olduğu, nereye gittiği, eskiden nerede durduğu konusun­ daki fikrimizi durmadan değiştiriyoruz; olay örgüsü olarak dü­şündüğümüz şeye kah bir "kaza"yı, kah bir "hata"yı, kah başka bir şeyi ekliyoruz; beklenen gelecekle, hatırlanan geçmişle ya da şimdiyle oynuyoruz; farklı olaylar arasında nedensel ilişkiler kur­maya çalışıyoruz; yalnızca "şimdi ne gelecek?"i değil, "neden"i de merak ediyoruz... Ve bütün bunlar olurken "karakter"imiz, kendimizin kısmen yazarı olduğu gelişen bir "olay örgüsü"nün -kendisi de, içinde bulunduğu birçok daha büyük hikayeninkilerle sürekli şekillenen bir olay örgüsü- zorunluluklarıyla açığa vuru­luyor ve yeniden yaratılıyor.
Sayfa 244Kitabı okudu
Reklam
Robert Weisberg (1986), ... "İki deneyim hiçbir zaman aynı olmamıştır," diyor. "İnsanlar aynı şeyi asla iki kez yapmazlar... asla iki kez aynı tepkiyi vermezler." Dolayısıyla, diye ısrar ediyor Weisberg, "yaratıcı" düşünceyle "sıradan" düşünce arasın­daki bildik ayrım yanıltıcıdır. "Yenilik ve dolayısıyla yaratıcılık normdur," diyor, "ve yenilik üretimiyle bağlantılı düşünce süreci her zaman kullanılır." Başka bir ifadeyle, "yaratıcı düşünce dışın­da başka bir düşünce olmayabilir, çünkü normal işleyişimiz yeni durumlara başarılı uyarlamalar içerir ve dolayısıyla yaratıcılık öl­çütlerini karşılar".
Tıpkı akıl hakkındaki Yunan düşüncesinin temel ilksavının ruh bedende içkindir demesi gibi, Descartes'ın temel ilksavı da aklın aşkın olduğunu söyler. Descartes aşkınlığın ikilik noktasına götürülmemesi gerektiğini çok iyi bilir; iki şey bir biçimde bağlantılı olmalıdır; ama evrenbilimsel bakımdan Tanrıdan başka bağ bulamayınca, tek insanda o bağ kozalaksı bezde bularak Spinoza'ya alay konusu olan umutsuz yola sürüklenir; kozalaksı bezin ruh ile bedenin biraraya geldiği organ olması gerektiğini düşünür, çünkü, bir anatomi uzmanı olarak, ona başka bir işlev bulamaz.
Sayfa 16
Hegel:
"Felsefe grisini griye boyamaya başladığında, bir yaşam biçimi eskimiş demektir; griyi griye boyamak onu yeniden gençleştirmemizi değil, yalnız onu bilmemizi sağlar. Minerva'nın baykuşu ancak karanlık çökerken uçmaya başlar."
Sayfa 10
Politikaya dar bir alan bırakılır. Bir yanda Fransa var­dır, öbür yanda politika. Kuzey Afrika işleri, Fransa'yla ilgili oldukla­rı zaman, politika alanına girmez. İşler ciddileştiği zaman, Politika'yı bırakıp Millet'e geliyormuş gibi yapalım. Sağdaki kişilere göre, Poli­tika Sol'dur: kendileriyse, Fransa.
Sayfa 147Kitabı okudu
Contractarianism
Hobbes presents three distinct lines of argument: an 'agency' or 'authorization' version of the social contract; a 'non-resistance' version; and the non-contractarian principle of a 'mutual Relation between Protection and Obedience'. According to the first, subjects authorize the ruler's acts and it would therefore be self-accusation to charge a ruler with misconduct. The second denies accountability on the different, but still contractarian, ground that there is not, and cannot be, a contract between ruler and ruled on which to base accountability. The last is a defence of de facto authority, albeit with a thin contractarian veneer in the form of the proposition that living under the protection of a conqueror constitutes a form of tacit consent.
Sayfa 173Kitabı okudu
797 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.