Müslüman bir yandan namazını kılar, orucunu tutarken, bir yandan da küfrün ve zulmün âleti olmaya devam ederse, onda elbette belli bir bilincin bulunduğundan bahsedilemez. Öyleyse, Müslüman için "bilinçli" demenin ne demek olabileceği üzerinde yeniden düşünülmelidir. Bilinçli Müslüman, dünyada edilgin bir durum alışı reddediyor. Başkasının aleti olarak kullanılmasına, istismar edilmesine göz yummuyor. En önemlisi, nerede, nasıl istismar edildiğini veya edilebileceğini biliyor. Haksızlığa karşı eliyle, diliyle, kalbiyle karşı koyuyor. Allah'ın düşmanlarına, gene Allah'ın rızası için buğz ediyor. Çağdaş rahatlıkların bilincini köreltmeye yö-nelik tuzaklar olduğunu biliyor ve yeryüzünde işgal ettiği bir mekân varsa, bu mekânın Allah düşmanlarının lütfu ve ihsanıyla kendisine verilmediğini, dolayısıyla işgal ettiği mekânın hakkını korumanın kendine düşen yükümlülükler arasında bulunduğunu biliyor ve rızk endişesiyle kâfirlerle işbirliği yapmayı reddediyor.
Allah'tan korkanın kalbinde Allah korkusundan başka hiç bir korkunun yer tutmayacağını bilerek kula kul olmuyor, yalnız Allah'a kulluk ediyor. Allah'tan başkasından korkmanın, hele bir insandan korkmanın aşağılık bir şey olduğunu fark ediyor. Hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine iman ediyor. Kötülüğün eşyadan değil, fakat eşyanın buy-ruğuna girmekten kaynaklandığını bildiğinden eşyayı kendi buyruğu altında tutmanın yolunu arıyor. Onun zulüm tanımı yalın halde işkence ve zorbalıkla kaim değildir. Yani, zulüm onun için aslında fizik bir hadiseden ibaret değildir. O, zulmü Allah'ın hükmüyle hükmetmeme olarak tanımlıyor.