Günlerden hangisiydi, hatırlamıyorum. Belki bir salıydı, en sıradanlarından, içinden geçip giden. Belki bir pazar akşamıydı, şehir yorgun, sokaklar tenha, kendimden bile sakladığım kelimelerle. Ama kesin olan bir şey var ki: Unuttum. Kendi kalbime seslenmeyi, içimde susmayı seçen kıza el uzatmayı, bir cümle bırakmayı, bir "merhaba" demeyi bile...
O gün, içimdeki kuşlar uçmamıştı.
Sadece durmuşlardı.
Sanki kanatlarını kıvırmış, beklemeyi öğrenmişlerdi.
Yüzümde eksik bir tebessüm, dudak kenarımda yarım kalmış bir cümleyle dolaştım. Aynalardan kaçtım. Ellerimi cebime sakladım. Kimse fark etmedi, ama ben... ben çok iyi biliyordum. İçimde yankılanan bir sessizlik vardı: Kalbim, bana kırgındı.
Bir şeyleri hep başkalarına anlatmaya çalışırken, en çok kendimi ihmal ettiğimi fark ettim. Kendi içime yazmadığım satırlar yüzünden kimsesizleştim. Herkes beni anlasın isterken, kendime ne kadar yabancılaştığımı görmedim.
Kalbime mektup yazmayı unuttuğum gün,
sessizlik gürültüye dönüştü.
Bekleyiş bekleyene.
Ve ben, rüzgârda kendi izini kaybetmiş bir yaprak gibi savruldum...
Kime gideceğini bilmeden.
Ve sonra bir gün,
bir kahve fincanının dibinde
bir cümle buldum:
“Sen hâlâ orada mısın?”
O günü unutmadım.
Çünkü o gün, kalbim bana yeniden cevap verdi.