1949 yılında Filistinlilerin Nakba felaketinin yasını tuttuğu günlerde yaşanan olaylar ile başlıyor kitap. İki bölümden oluşan romanda birinci bölümde anlatıcı İsrailli bir asker. Askeri kampın çevresinde, Negev çölünde devriye gezerken bir grup bedevi ile karşılaşıyor, bedevileri öldürüp bir genç kızı esir alıyorlar.
Buradan sonra kampta yaşananlar tüm çıplaklığıyla savaşın en çirkin, en karanlık ve en onur kırıcı yanlarını gösteriyor bizlere. Hani savaşın karanlık yüzü derler ya, savaşın aydınlık yüzü yok diye haykırıyor adeta. Genç kızın yaşadıkları ve ölümü derinden etkiliyor okuyucuyu.
İkinci bölümde ise Filistinli bir gazeteci oturuyor anlatıcı koltuğuna. Genç kızın ölümünden tam çeyrek asır sonra, başka bir genç kız olayın peşine düşüyor. İşgal, savaş, esaret altında yaşam... Tüm bunların insan hayatını nasıl etkilediğini attığı her adımda görmek mümkün.
Geçmiş ve bugünün nasıl da birbirinin aynısı olduğunu zihinlere nakşeden yazar kitabın sonunda ise en güçlü vuruşunu yapıyor. İki genç kadının hikayesini birbirine bağlayan o 'küçük ayrıntı', detay olmaktan çıkıp kaderleri birbirine bağlayan görünmez bir düğüme dönüşüyor.