Yaşam, salt biyolojik yanıyla bir mucize, bir giz olmayı sürdürürken, insan, insanca yanıyla, kendisi ve diğer insanlar için çözümsüz bir sır olarak kalmaktadır. Kendimizi tanıyoruz, harcadığımız tüm çabalara karşın kendimizi tanımıyoruz. Yoldaşımızı tanıyoruz, ama gene de tanımıyoruz onu, çünkü biz bir eşya değiliz, arkadaşımız bir eşya değil. Kendimizin ya da bir başkasının varlığının derinliğine ne kadar inersek, bilginin amacı bizden o kadar uzaklaşıyor. Ama insan ruhunun gizliliğine girme, ‘o‘ olan en diplerdeki öze ulaşma isteğinden kendimizi alamıyoruz.
Sırrı çözmenin tek bir yolu, umutsuz bir yolu vardır: o da, bir başkasının üzerinde tam bir egemenlik kurmak, ona istediğimizi yaptıracak, istediğimiz duyguları hissettirip, istediğimizi istetecek güce erişmektir.
Bu ise, onu bir nesne, bizim nesnemiz, bizim malımız haline getirir. Bu en son dereceye varan öğrenme çabası, insana acı çektirmenin arzulandığı ve çektirme yetisinin kazanıldığı sadistliğin aşırı evrelerinde belirir. Karşıdaki kişi tartaklanır, çektiği acının sırrını ortaya koyması için baskı yapılır. Kendimizin ya da bir başkasının sırrını çözmek için duyduğumuz bu şiddetli isteğin altında derin ve keskin bir zulmetme ve yoketme dürtüsü yatmaktadır.