Bir gün,edebiyat sohbetinde,genç bir yazarla Süleyman Nazif arasında bir münakaşa olmuş.Genç adam o münakaşadan perişan bir halde çıkınca evine gitmiş.Öfkesini yenememiş.Oturup Süleyman Nazif Bey'e uzun bir mektup yazmış:
"Sizi düelloya davet ediyorum.Silâhınızı alıp gelin.İstediğiniz yerde vuruşalım !"demiş.
Süleyman Nazif,mektubu okuduktan sonra,genç yazara 3-5 cümlelik bir cevap vermiş:
"Evladım!"demiş."Bizim ceza kanunlarımız vatandaşlarımıza düello hakkı vermiyor.Kanunlarımız bize böyle bir hak tanımış olsaydı,senin kabadayılığına güler geçerdim.Ama bana gönderdiğin mektupta iki kelimeyi yanlış yazmışsın.İşte,Türkçemize karşı takındığın bu saygısız,bu dikkatsiz tavır yüzünden seni öldürebilirdim."
İŞTE BÖYLE
Yalnızım.
Gündüzler, geceler boyu yalnız,
Ne elimden tutan dost, ne yüzüme gülen kız
Dolaşıp durduğum sokaklar ıssız.
Sokaklar unutturmaz yalnızlığımı.
Bekarım.
Beklemez yolumu penceresinde karım.
Ne bir türkü duyarım bekar odamda ince
Ne dağınık eşyama değer kadın eli
Ne olurdu her akşam eve gelince
Masal gözlü bir çocuk 'Baba' deseydi.
Rüyalar unutturmaz bekarlığımı.
Çirkinim.
Usandım tek başıma türküler çağırmaktan
Biliyorum güzel değil gözlerim, dudaklarım
İçinizden çıkıp gitsem bir gün diyordum
Başladığım bütün türküler yarım
Öyle bakmayın yüzüme kahroluyorum...
Türküler unutturmaz çirkinliğimi...
Üstelik şairim bilemezsiniz
Her akşam rüzgar gibi sokaklara düşerek
Elleri ceplerinde birisi gezer
Bir yürek taşı göğsünde duygulu, ürkek
Ceylan yüreğine benzer.
Mısralar anlatmaz şairliğimi
- Geçenlerde, Samsun'a Atatürkçü Düşünce Derneğinden bir grup genç geldi.
Kendilerini gezdirmeye başladık. Bir ara yolumuz, İlk Adım İskelesi'ne düştü. Orada bildiğiniz gibi Atatürk'ün ve 18 kurmay subayın ayrı ayrı heykelleri var. Atatürkçü Düşünce Derneğine mensup delikanlılar, Atatürk dışındaki heykelleri göstererek sordular:
-
Annem, bite bir süre dikkatle baktı. Sonra bana dedi ki:
- Oğlum, git öğretmenine söyle! Vallahi bu bit, bizim evin biti değil! Bu başka bir bit! Bunu arkadaşların, kendi iç çamaşırlarından çıkarıp senin yakalığının üstüne bırakmışlar!
Anne bu bit bizim evin biti değil ne demek? Bit, bittir işte!.. Nerden biliyorsun bu bitin bizim evin biti olmadığını?
Oğlum, ben bizim evin bitini tanımaz mıyım? Bak bu bitin başından kuyruk sokumuna kadar beyaz bir çizgi uzuyor. Bizim bitlerimizde böyle bir çizgi yoktur. Bunu arkadaşlarından biri, kendi üstünden alıp senin yakalığına bırakmış. Git söyle bunu öğretmenine! -
Doğrusu, bana Nazım Hikmet üzerine sorular sorulacağını sanıyordum... Yanılmışım! O konuda bir tek soru bile gelmedi. Yalnız, bir kadın gazeteci, Yılmaz Güney mes'elesini ele aldı. Güya "Türkiye Cumhuriyeti, Yılmaz Güney'in çalışmalarına engel oluyormuş da, o da böyle bir baskıya dayanamadığı için Fransa'ya sığınmak mecburiyetinde kalmışmış. Ben, bu konuda ne düşünüyormuşum?" Kadına anlattım ki, duydukları yanlıştır. Yılmaz Güney, Türkiye'de bir hakimimizi tabancayla vurup öldüren adi bir katildir. Yargılanarak hüküm giymiştir. Ancak, devletimizin sağladığı bir yardımdan istifade ederek ailesini görmek üzere cezaevinden izinli çıkmış, sonra da Fransa'ya kaçmıştır. Kadın gazeteci kulaklarını iki eliyle kapayarak başını: "Hayır! Olamaz! inanmıyorum!" kabilinden sağa sola sallamaya başladı.
-Lütfen kulaklarınızı açınız, dedim. Bana bu soruyu siz sordunuz. Cevabını da dinlemek mecburiyetindesiniz. İşte yanımda bizim sinema dünyamızdan bir rejisörle, bir aktör oturuyor. Bu konuda onları da dinleyebilirsiniz! Halid Refiğ de Tanju Gürsu da tamamen beni destekler mahiyette konuştular. Sonra Türk-Sovyet ilişkileri üzerine sorular soruldu. San'atın, edebiyatın milletler üzerindeki tesirini ve büyük önemini ortaya koyan açıklamalarda bulundum. Toplantı salonundan çıkarken, Halid Refiğ bana dedi ki: -Tam bir diplomat gibi konuştunuz. Bu salondan başımız dik olarak ayrılıyoruz. Sizi tebrik ederim !
-Ben de sizi tebrik ederim, dedim.
Süleyman Demirel'den Ankara'daki bir basın toplantısında dinlediklerimi özetlemek istiyorum, demişti ki: " Özbekistan 'a ilk gittiğimde, Özbek Cumhurbaşkanı İslam Kerim'e Özbekistan'ın serbest piyasa ekonomisi içinde nasıl kalkmacağını anlatıyordum. Beni, büyük bir dikkatle dinliyor; cümlelerimi 'Togri! Togri!
Nihal Atsız ve arkadaşları, Ankara'da cereyan eden o meşhur 3 Mayıs 1944 Hadiselerinden ve Türkçülerin tevkif edilmelerinden sonra, 3 Mayıs günü, Türkçülük Bayramı olarak kabul ve ilan edilmişti. Ben, 3 Mayıs Şenliklerine, yüksek tahsil için Ankara'ya geldiğimde katılmıştım (1956) . Söğütözü'nde yapılan Türkçülük Bayramının öyle
Kirov'un heykeli, Bakü'yü, yüksek bir tepeden, çok mağrur bir yüzle süzüyor veya gözetliyor gibiydi. Kaidesiyle birlikte 8- 10 metreye uzanan bir boyu vardı. Sırf konuşmuş olmak için sordum:
-Kimindi bu heykel Murtaza kardeş?
-Kirov'un!
-Kirov Rus değil miydi?
-Beli Rus'du.
-Peki, ama bir Rus'un heykeli Baku'de ne
Benim KGB Bakü teşkilatında çalışan bir yakınım var. Bana dedi ki: Yavuz Bülent için, Moskova bir dosya tutmuş. Moskova, Yavuz Bülent için: "Bu adam anti-sovyettir, antikomünisttir, pantürkisttir, Turancı bir şair ve yazardır..." diyormuş. Seni, Karabağ'a işte bu dosya yüzünden bırakmıyorlar!
Bahtiyar Vahabzade, KGB Baku bölümünde çalışan yakın dostunun bu haberini verdikten sonra devam etti:
-Bu bakımdan sana izin vermeleri artık imkansız görünüyor. Boşuna ısrar etme! Kendini yarma! Bak, Türkiye'den Oktay Akbal'da geldi buraya. Onun da soyu sopu Azerbaycan'dan Türkiye'ye göçmüş. Burada Ağballılar var ki onlardandır. Oktay Akbal nereye gitmek istediyse Moskova ona "peki " dedi. Çünkü o, sosyalisttir; halbuki sen değilsin. Burada işler böyle! Birden dağlar kadar, denizler kadar şaşırdım. Duyduklarıma inanamadım
Bir Lenin büstünü veya heykelini, bir okulun bahçesinde düşünebilirdim. Ama bir sınıfın orta yerinde, kocaman bir Lenin heykeli, bin yıl yaşasam aklıma gelmezdi. Şaşkınlığımı, adını hatırlayamadığım o Batılı ilim adamı giderdi. Kulağıma fısıldayarak dedi ki:
-Niçin hayret ediyorsun ? Azerbaycan da senin memleketin gibi iktisaden ve fikren yeteri
Yalnızım.
Gündüzler, geceler boyu yalnız,
Ne elimden tutan dost, ne yüzüme gülen kız
Dolaşıp durduğum sokaklar ıssız.
Sokaklar unutturmaz yalnızlığımı..
IRKÇILIK-TURANCILIK DAVASI DOLAYISIYLA
Bu kitap, 1944 yılında, İstanbul'da Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülen utanç yüklü bir davanın özeti gibidir.
Bazı vatansever kişiler, 1944 yılında suç işledikleri, suçlu oldukları için değil; Türk oldukları, Türkçülük idealine aşkla bağlandıkları için büyük zulümlerden, işkencelerden
PKK mensupları neden ordumuzla savaşıyor? Neden askerimizi taşlıyor? Neden iş makinelerimizi yakıyor, yaktırıyorlar? Çünkü PKK dün Van'ı, Kars'ı, Erzurum'u, Bitlis'i, Diyarbakır'ı, Ağrı'yı... yakıp yıkan on binlerce insanımızı en vahşiyane usullerle katleden ama sonunda ordularımız karşısında mağlup olan Ermeni isyancıların intikamını almak istiyor. "Türk ordusuna ve Türk milletine karşı sizin yapamadıklarınızı işte biz yapıyoruz." demek istiyorlar. Bizim tarihimiz böyle ihanetlerle doludur.
Şimdi kendi kendime düşünüyorum: Tarihte bizim kadar kendi kültür değerlerine, güzel sanatlarına düşmanca duygularla yüklü diplomalı cahiller yetiştiren bir başka devlet var mıdır acaba, diyorum.
Hasib Efendi'yi dinledikten sonra siz de kendi kendinize bu soruyu soracaksınız. Söz şimdi onundur artık:
“...O, 1925'li, 1930'lu