Baba evinde, geleceğin bir hülya gibi duyulduğu günlerin birinde çeyizini yerleştirmeye durduklarında, annesi önce bir taş koydu sandığın dibine. "Yerinde taş gibi ağır ol, kalıcı ol." dedi. Ve bir
kalıp sabun. "Geçimin kolay olsun, güzel olsun, talihin pak olsun.
Sonra, bütün eşya boşaltılsa bile tükenmeyecek, asla eksilmeyecek
bir şeyler kattı çeyizlerin arasına. Zor günler için biraz sabır, bir miktar tahammül, odaları ışıtacak bir avuç gülümseme, kâfi derece
de yaşama sevinci, yalnızlıklarda işine yarayacak birazcık iç huzuru ihtiyaç duydukça elini uzatıp alabileceği bir tutam gönül aydınlığı.
Ah en iyisi nisanda ölmeli insan.. Dirilişi görüp ölmeli. Duyup damarlarında, hücrelerinde ve gönlünde hakkalyakin;'nasıl olsa diriliş var,' deyip nisanda ölmeli.En çok tutunduğu anda hayata, ölümsüzlüğü en çok isterken, başka makamda söylemek üzere şarkıyı, 'eyvallah' deyip gitmeli. Ve şarkı en görkemli yerinde bitmeli.
Bütün kuşlara kuş, bütün balıklara balık, bütün ağaçlara ağaç diyen insanlarız artık. İşin gerçeği, isimleri, o isimlerle birlikte renkleri ve tatları da yitiriyoruz...
Hey gidi siyah-beyaz fotoğraflar! Siyah-beyazın vazgeçilmez cazibesi... Renkliler çıktı çıkalı fotoğrafların bütün cazibesinin kalktığını, o güzelim yüz ifadelerinin, sırıtışların, o objektiften ürker gibi kasılan yüzlerin, yumulan gözlerin, komutanın karşısındaymış gibi 'hazır ol' vaziyetindeki duruşların anlamından hiç ama hiçbir şey kalmadı diyebilirim.
Susmaların, eksik kalmış sözlerin ve konuşulmayan ne varsa işte onların arasında, bütün eksikleri tamamlar gibi, daima sıcak, karanfilli, adamakıllı râyihalı. Şimdi cümlenin burasında, masaya yakut bir pırıltıyla iniyor yavaşça, çay!