Bir zamanlar böyle değildi oysa. Denizin o koyu ve katı maviliği bozulmamıştı daha. Kıyıları evler yağmalamamıştı. Ağaçlar denizin mavisine hayran kalıyor, kendi gür yeşilliklerini o mavinin içine karışmış görmek istiyorlardı.
Sevdiklerini hatta bir zaman sevmiş olduklarını yaşamı boyunca kötülemeyecekti. Sevgi veren, sevgiyi üreten insanların ayrıcalıkları olmalıydı. Hiç değilse en yakınları ayrıcalıklarının her zaman ayırdında olmalıydı.
Ağabeyim Gaziantep'te doğmuştu. Ben Antakya'da. Yani ikimiz şehirliydik. Alsan ise bir köylüydü. Akbezli.
Alsan ağlayarak babama yakınıyordu: Onun köyde doğmasına niçin izin verdiklerini soruyordu. Babam, "Köylü milletin efendisi-dir" diyordu. Bu ne anlama geliyordu, çözemiyorduk.
Harbiye'de lambalar geç yakılıyordu. Ağaçlar uzakta ve yakın da gitgide kararıyor, doğanın verici güzelliği gölgelerle-s aklanıyor du. Bütün evler çok büyük bahçelerin içinde olduğundan dünyada ne ışık, ne ses vardı. Sonra sonra lamba yakılıyordu. Her şeyin idareli kullanılması gereken zamanlardaydık. O lamba ışıkları, çevreyi ku-ş atan ağaçlar, dünyayı öyle küçük, öyle bizim varlığımızla doluveren, ışık halesinin dışında kalan karanlık yerleri korkunçlaştıran ışık ada-c ıklarıydı ki... Biraz uzaklaşsak, görünmeyen başka adalara gitmek için ne yapacağımızı bilemezdik.
Ben doğduktan sonra bir kaza geçirmişti. Bu kazayla oluşan özür, onu küçük yaş aşlardan başlayarak mutsuz etmişti:
Ben birkaç aylık bebekmişim. Ağabeyim iki buçuk y aşında bir çocuk olarak anneme gelmiş ve iple çektiği oyuncak a rabasıyla kardeşiini gezdirmek i stediğini söylemiş. Annem, onun "Bebek bana y eğleniyor" diye kıskanmaması için beni arabanın içine, oturur gibi yatar gibi b ırakmış ama yanımızdan ayrılmamış. Evin ikinci katındaymışız.
Odadan çıkınca teras gibi kullanılan, çevresi açık damda geçmiş olay.
A ğabeyim önce kendisine t embihlendiği gibi yavaş y avaş ve dikkatli d olaşmış arabayla, sonra gitgide daha hızlı koşmaya b aşlamış, annem yetişene kadar olan olmuş, annem beni arabadan almış ama ağabeyim damdan aşağı uçmuş