Satrancın kurallarını iyi bilirim, ama kötü bir oyuncuyum… O nedenle de pek oynamam… Ama Fırat Kızıltuğ’un Satrançname isimli güzel kitabını okuyunca, satranca olan teorik ilgim daha arttı…
Satranç; hem şahların hem işsizlerin, hem dahilerin hem de sıradan insanların oyunu… Sınırsız ihtimal, dizilim, hesap… Saldırı, savunma, sabır, öngörü, zeka, dikkat ve de strateji... Bin yılların oyunu… Böyle bir oyunun da romanlara konu olmasından normal bir şey yok…
Nitekim; Canetti Körleşme’de, Vlademir Nubakav Lujin Savunması’nda, Mario Mazzanti Şah ve Mat’ta, Adam Fawer Olasılıksız’da satranca oldukça geniş yer verirler… Yavuz ile Şah İsmail’in anlatıldığı her romanda da ( Örneğin İskender Pala’nın Şah ve Sultan, Oğuz Özdeş’in Yavuz’un Pençesi) Şehzade Selim ile Şah İsmail’in o meşhur satranç maçı rivayetine yer verilir…
Ama satrancı romanın merkezine oturtan, okurken her satırında satranç oynuyormuş duygusunu hissettiren tek kitap vardır herhalde; Stefan Zweig’in romanı SATRANÇ… Bazıları uzun hikâye diyor… Bir bakıma haklılar 65 sayfalık roman mı olur ? Ama konu, kurgu ve anlatıma baktığınızda, kesinlikle roman…
Etkileyici, çarpıcı, akıcı…
Ama SATRANÇ’dan önce Fırat KIZILTUĞ’un, Akıl-Fikir yayınları arasında çıkan; satranç üzerine efsaneleri, masalları içeren, çok farklı kitabı SATRANÇNAME’yi okurlarsa, satranca doğunun ve batının farklı yaklaşımını, satrançla ilgili efsane ve gerçeği daha iyi ayrımsarlar…