"Ölüm Sanatçısı" ismi kitaba orijinal isminden daha çok yakışmış. Hatta içeriğe baktığımızda daha doğru olmuş diyebilirim. Açıkçası, polisiye romanlarına inceleme yazmakta sınıfta kalabilirim. Kurguya ve detaylara fazla odaklanmam gerekiyordur. Çünkü suç zincirinin, katil veya katillerin izine düşüyorum. Her hangi bir detayı kaçırdığımda katili de elden kaçırmış oluyorum. Sonra bunu yazara "mal" edebiliyorum. Kısacası, dikkatli okuyucu olmam lazım.
Fazla polisiye okumadığım için genelleme yapamıyorum ama düşünüyorum ki, olay yeri ve hedef kitle olarak aşırı derecede "bozuk", "hayvan gibi yaşama" aşamasında ayak direten topluluk ve onların yaşadıkları konum bilinçli olarak seçiliyor. Ve katiller de profesyonel oluyorlar; inançlı, sanatkar, bilgili, donanımlı. Bu romanda da böyle. Suç zinciriyle ölümün sanatı yapılmış ölümü unutanlara. Katilin çok iyi profesyonel olmasına rağmen, kendine ulaşılması için iz bırakması eserin felsefi boyutuna götürüyor bizi. Ölümü anlamak, hissetmek; anlatmak ve hissettirmek. Peki ölüme anlamak için insanları öldürmek mi gerekiyor? Mesele bu; kimleri öldürmek ve nasıl öldürmek!? İnsanın ölümlü doğasını gözler önüne sermek! Bu yüzden seçilen kurbanlar ve olayların cereyan ettiği mekanlar çok büyük önem arz ediyor. Tam da bu noktada demek istiyorum ki, yazarın kimlere mesaj vermek istediği otomatik anlaşılmış oluyor. Ki, amacın da bu olduğunu düşünüyorum.