Gece çökmüştü. Duyularımın farkında değildim tam anlamıyla. Hülyalara mı dalmıştım, yoksa bana hikayeler anlatan kişi mi hayallere kapılmıştı? Boğuk sesi peltekleşiyordu. Külrengi müthiş kaşların altındaki absent müptelası koca gözleri ıslanmış, parıldıyordu. Sapsarıydı ve altın gibi akıyordu. Bizans'taki bütün konakların bütün mermerleri, sultanların bütün hazineleri ve de sarayların bütün mücevheri buradaydı! İustinianus'un sarayında, Haliç'in sularına doğru inen merdivenin başında bir Ceres heykeli ile som altından yapılma bir Venüs heykeli duruyordu. Altın zırhlarla kalpı tunç toplar Sarayburnu'nda kumun içinde yatıyor; insanın aklını çelen, ilahlara layık odalıkların çıplak ayak bileklerine ve de yılan gibi yuvarlak kollarına taktıkları som altından yapılma iri halkalar ile taçlar da burada...
...Dalgalar "Avrupa'nın Tatlı Suları"ndan kopup geliyor enfes bir eğriyle; evet, bu bir hayal değil: Suları yönlendiren kıyılar bir bereket boynuzu gibi kıvrımlı; bu boynuz, bir mabedin gölgesinde, üstüne sarı altın pırıltıları düşen bir Buda'nın yatay gülümsemesiyle gülen Asya'nın karşısında denize boşaltacak içindekileri...
İyi mimarlık yapıtı, hem içten hem dıştan "yürünür" ve "dolaşılır". Yaşayan mimarlık, buna denir. Kötü mimarlıksa, insan yasalarına yabancı, gerçekdışı, yapay bir durağan noktanın çevresinde donup kalır.