Bir gün Sirkeci'de Doktor Tevfik Remzi'ye rastladım. Mısır'daki Akifi gördüğünü söyledi. Tuhaf bir hisle susmasını başka bir şey söylememesini istedim. Fakat doktor o kadar müteessirdi ki sükût edemedi; hastalığının siroz olmadığına imkân aramış, bulamamıştı: "Hastalığı elimle tuttum!"
Zavallı Akif, verem olacak kadar bile talihli değildi. Bu siroza inanmadım. Bu hastalık bana bir ceza gibi göründü. Akif'in bu ceza için hangi günahı vardı? Birdenbire Tevfik Remzi'nin kadın hastalıkları hekimi olması bana teselli oldu. "Dahiliyeci değildi, yanılmıştı." Fakat onun dahiliyecilikteki doğru teşhislerini başka vakalarda da o kadar biliyordum ki... O başka teşhislerin de yalan olmasına günlerce çalıştım. O sırada Akif ten telgraf aldım: İstanbul'a geliyordu.
Birkaç gün sonra beyaz bir vapur Galata rıhtımına yanaştı. Vapurun merdiveninden inan şapkalı iskeletin kim olduğunu, kolunda refikası İsmet Hanım'ı görerek tanıdım. "Eyvah!" dedim.
Bu, Istanbul'a gelmek değil, hastaneye gelmekti. "Sağlık Yurdu'nda ilk gün o kadar hâlsizdi ki kendisiyle konuşmaya utandım. Fakat iki seneden beri alıştığı hastalığını kendisi ne kadar tabii buluyordu. Yüzüme bakıyor, "Bir şey söylemiyorsun?" diyordu.
Hastalığını "bilmiyor" sanacaktım. Fakat biliyordum ki geçen yıl Beyrut'ta iken bir dostuna, "Karaciğerim fena" demiş,
sonra yaşını düşünerek teselli bulmuştu.
"Ne mutlu bana, Peygamber'imin yaşında öleceğim."
Sayfa 145 - Oğlak Yay., 2014