Bir çınar; çok eski çağların çınarı ama, yepyeni. Hem büyük, hem yeşil, hem güzel. Oracıkta bir kır kahvesi, üç masalık. Denize karşı.
...
Çay mı? Taze demlenmiş. Limonata? Buz! İhtiyar kahvecinin, özel olarak yedi dağın limonundan yaptığı limonatası. Bir de " bir şey" daha. Bilin bakalım ne? Bir mermer çeşme. Musluğu falan yok. Ha akar, ha akar. Yemyeşil çayır çimen akar, mavi gökyüzü akar, ışık almaz çam ormanları akar. Oh! Yıkayın elinizi; bol su çarpın yüzünüze...Islatın saçlarınızı, ensenizi? Ha şöyle canım! Uzatıp bacaklarınızı oturun şimdi. "Aman usta bana bir şeyler getir. Kuzum. Ne istersen getir. Bir şiir getir, biraz deminki sevinçten, getir işte. Ve demli bir çay!"
"Ev?
Yerleşilmiş, uzun zaman oturulmuş yaşanmış bir evde bomboşluğu yaşamak! (Bunu...)
Zaten...
Evet?
Ev çok büyüdü. Kocaman bir boşluk oldu.
Küçücük bir yere sığınmak istiyorum. Duvarlara yakın olmak."
Bir de şu laf: "Hayat devam ediyor!"
İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil.
"İllet bişey."
Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok."
"Neden buradayız?
Neden arka odada, yatakta uyumuyoruz?
Neden birimiz somut birimiz soyut?
Kedi ne bilsin soyutu somutu!
Her tarafı sarmış, her şeye sızmış kederi algılıyor ama.
Kedi de kederli artık.
O da benim gibi, gideni özlüyor şimdi."