Evren beni varlığıyla kuşatır, ben evreni zihnimle kuşatırım¹. Dünya beni kuşatıyor ve beni bir noktaya indirgiyor; ben dünyanın bir şeyiyim. Bir beden olarak varım. Bir konumum var, tarihim var, belirliyim. Güçlere maruz kalıyorum, eğer camdan atlarsam yer çekimi yasasına tabi oluyorum vs. Ve dünyayı anlıyorum, yani onun hakkında temsillerim var ve bu dünyada işgal ettiğim konuma indirgenemem. Bu ne anlama geliyor? Eğer gerçekten tam anlamıyla farklı bir şey olan insanı nesne olarak ele alırsanız, nesnellikte bu çifte gerçekliğin de var olduğunu dikkate almanız gerekiyor anlamına geliyor. İnsan bir şey; yani onu düşünebiliriz, ölçebiliriz, sayabiliriz, özelliklerini sayabiliriz; yani kaç kitabı, kaç arabası vs olduğunu sayabiliriz. Ancak öte yandan, bu şeylerle kendini temsil etmesi de nesnelliğin bir parçası. Her birimizin bir bakış açısı var. Bu bakış açısı bir sosyal uzay içinde yer alıyor ve bulunduğu sosyal uzay noktasından sosyal uzayı görüyor.
¹ Blaise Pascal - Düşünceler
Sosyolojinin zorluklarından biri, ama tarih için de aynı şey geçerli, bilime doğuş tan sahibiz sanıyor olmamızda yatıyor; hemen anladığımızı sa nıyoruz. Ancak anlamanın önündeki engellerden biri işte bu anında anlama yanılgısı. Bu yanılgıdan kurtulmanın yolların dan biri, nesnelleştirmektir. Bu nedenle şu meşhur cümle bilim camiasına şimşek gibi düştü: “Toplumsal olguları şeyler olarak ele almak gerek*".
*Durkheim - Sosyolojik Yöntemin Kuralları
Eğer bütün entelektüeller, birazcık da olsa şeffaflık getirmek için kendilerini ilgilendiren uzamda çalışsalar, biraz daha az kendilerini kutsallaştırsalar; bu büyük bir değişim olur diye düşünüyorum. Basit bir kıyaslama ölçütü vereyim; kamuoyu yoklamalarının doğru yapıldığını kontrol etmek için, ki sadece örneklem büyüklüğü için değil, daha da ileri gidebilir; sosyologlardan, hukuçulardan vs. oluşan bir hukuk komisyonu olsaydı, demokrasi yönünde bir ilerleme olurdu. İşte size basit bir örnek. Oysa bunu istemeye bile tenezzül etmez kimse. Aksi takdirde Vietnam ile falan ilgilenmeniz gerekir; yani tamamen odağın dışındaki konularla; yani stoacıların dediği gibi, bizimle alakalı olmayan şeylerle ilgilenmeniz gerekir. Neyin bizimle alakalı olduğuna bir bakmak lazım. Bizimle alakası olan şeyler, gerçekte sandığımızdan çok daha önemli. Örneğin entelektüeller tarafından üretilmiş olan büyülü herşey, bizimle alakalı. Bu nedenle bizlerin sorumluluğunun bulunduğu entelektüel yanılgının eleştirisi, şüphesiz yapabileceklerimiz arasında en önemli şey.
Yapılabilecek daha bir sürü şey var, ama bizimle alakalı olan şey, işte temelde bu var.
Kellogg, Bir gün, sıradan bir maymunun ulaşamayacağı şekilde havada asılı bir muz koyar, hepsi atlayıp ulaşmaya çalışır; ardından aralarında en kurnaz olan Sultan, kız arkadaşlarından birini bir dişi maymunu yakalar ve altına alır, üstüne tırmanır ve muzu yakalar. Sonrasında bütün maymunlar bir ayakları havada bir diğerinin üstüne çıkmaya çalışırlar ama kimse altta olmayı istemez. Hepsi, diğer hiçbir maymunun, üstüne binmesine izin vermemesi gerektiğini anlamıştır; kimse altta olmak istemiyordur. Bakacak olursak, televizyondaki bir çok tartışmada, akşamlan seçim açık oturumlarında, tırmanmak için bir ayağını kaldırmış bekliyor hepsi; iyi de amaçları neyi elde etmek?
Kimsenin bilmek istemediği şeyleri söylemeye çalışıyor, özellikle de onu okuyanların bilmek istemedikleri şeyleri. Ben de bazen sosyolog olarak varlığımın ve bilimsel çalışmanın işlevinin meşruiyetinden şüphe duyma noktasına geliyorum: sosyal dünya hakkında konuşmak doğru mu? Kendini tanıyan bir sosyal dünya yaşanılabilir bir yer olabilir mi? Bence evet; eğer kültürün ne olduğu, dinin ne olduğu, çalışmanın ne olduğu vs. hakkında bir şeffaflık, daha çok bilgi olsaydı; büyük marksist matemin hep göz ardı etmiş olduğu birçok acı, bir çok sefalet mucizevi bir şekilde yatışmış olurdu; hatta dönüşmüş veya bertaraf edilmiş olabilirdi.