Postmodern kavramı belki de Lyotard tarafından yaygınlaştırıldı, ama bu düşünce onun kendisinden gelmiyor. 'Postmodern' bir çeşit kandırmaca, bir takıntılı hareketti, hatta bir şaşırtma hareketiydi.
Foucault için, düşünmek katlanmaktır: Bu da dışarının içerisini oluşturmakla mümkündür. Dışarıdan gelen gücü bükmek, dışarısının ikileştirilmesi ve böylelikle içerisinin ve dışarısının aynı anda yaşanır kılınması ile mümkün olur.
[Deleuze - Guattari için] Arzu o halde eksik olana doğru yönelen bir şey olmaktan çok, dolu dolu olarak arzulanan makinelerin bir parçası olarak vardır.
Şimdiye kadar diyalektik düşüncenin kapitalist sistem çözümlemelerinde kapitalizmin kendi iç çelişkileriyle bunalıma girerek ortadan kalkacağı savunuldu: Kâr yüzdelerinin düşüş eğilimi kuramı. Fakat en az iki yüzyıldır izlenen kapitalizmin daimi bunalımlar içinde yaşadığıdır. "Kapitalizm, zaten, bunalımlar sayesinde ayakta durmaktadır" dersek, gerek Lucrece, gerek Spinoza, gerekse Nietzschevâri bir şey söylemekten başka bir şey yapmıyoruz ve söylemiyoruz diyebiliriz. Yani kapitalizm, tıpkı psikanalizin yaptığı gibi, kendi bunalımlarını ve hastalıklı hallerini insanlara bulaştırarak yaşamını sürdürür. "Asla kimse çelişkiden ölmedi." Çelişki ve karşıtlık, modelin hem sürekliliğini sağlar, hem de bunalımlar (gerek bunalım devreleri ve A etapları ve gerekse B etapları, yani rahatlama devreleri, kapitalizmin çevrimsel bunalımları vs.) sayesinde yaşamını sürdürür. Asla iktidarlar kendi korkularını ve hastalıklı hallerini insanlara bulaştırmadan varlıklarını sürdüremediler. Onların hastalıklı insanlara ihtiyacı vardır ki, böylece bunalım genelleşsin ve diyalektik aşmalarla yinelensin. Tekil düşünce bu anlamda yadsımanın değil, olumlamanın, evetlenmenin, yeni değerlerin olumluluğunun karakterini taşır.
Tarde'ın kuramında da tıpkı yapısalcılık-sonrası düşünürlerinde olduğu gibi, dünyadaki öznellikleri bulmak amacı hakim olmuştur; ancak bu endişenin ardında yatan başka bir şey daha vardır, o da bugün moda olduğu şekliyle, Kantçı evrenselci bir yaklaşımın aşkınlığından çok Spinozacı bir içkinliğe bağlı olmasıdır. Kant'ın önsel aşkınlık oyunları karşısında Tarde'ı ve yapısalcılık-sonrası tüm bir düşünceyi içkinlik planı üzerine oturtmak daha doğru olacaktır. Tarde' da olduğu gibi bu düşünce de ruhu bedenden veya bilme istencini varoluşun görünümünden ayırmaya kalkmaz, daha önce Sartre'ın varoluşçu felsefesinin yapmaya çalıştığı gibi.
Sadece toplumun genel söylemine entegre olanların, bu söylemle bütünleşebilenlerin refah içinde yaşayıp hazcı toplumdan paylarını alabildiği ve büyük bir kesimin risk toplumu öğeleriyle yaşamlarını idame ettirmeye çalıştıklarını gözlemliyoruz.