Her Arap, kendi kabilesinin üstünlüğünü fırsat düştükçe, muvaffak olabileceği nisbette müdafaayı adeta bir vazife bilir ve hürriyetine olduğu kadar, asaletine de düşkünlük gösterirdi.
Doğu İslam Toplumu'nu nakilcilikten akılcılığa yöneltmiş olan ve böylece bu topluma çağ değiştirme yolunda ilk adımları attıran Atatürk'ün ölümünden sonra hep izinde olduğumuz söylendi, durdu.
Ancak, önce O unutturulmaya çalışıldı: Pullardan, paralardan resimleri kaldırıldı, sonra da devrimlerinden, özellikle devrimlerinin temeli olan laiklikten küçük ama küçümsenmeyecek ödünler verildi; O'nun izindeydik.
Çok partili siyasal yaşama geçişimizin ardından ilk çıkan kanun, O'nun, ibadetin kutsal dilde yapılması olan Türkçe ezan yerine yeniden Arapça ezanı getiren kanun oldu. Ama iktidara sorarsanız Atatürk'ün izinde idi.
Çok geçmeden gene Atatürk'ün izinde ola ola O'nun kendinin bulup yakıştırdığı "Genel Kurmay Başkanı" bir günde "Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi" oluverdi. Ardından zamanın Başbakanı halka mal olmamış devrimler ayrımını yapıverdi, Atatürk'ün izinden ayrılmayarak...
VI. ve VII. Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah'ın mevcudiyetine inanıldığı kitabelerden ve şiirlerden anlaşılmaktadır. Zira bu devirde yemin edilirken putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeye başlanmıştır. Her kabilenin mensupları kendi tanrılarından bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez "Rabbi" veya "Rabbenâ" (=efendim veya efendimiz) diye onu anardı . Bazan "İlahi" de denirdi. Mesela Sakifler'de el- Lat, Rabb'in müennesi idi. Her kabile "Allah" diyor, fakat kendi tanrısını kastediyordu. Ancak böylece konuşma dilinde tam hâkimiyet elde eden "Allah" kelimesi, her tarafta bir olan, her kabilenin sayılan genel bir Tanrı fikrine geçişi temin etmiş oldu ve genelliği, bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onların üstüne yükseldi.