Tüm bir günü bekleyerek geçiriyorum; bekleyerek ve düşünerek. Dalga dalga kabarıyor ve kayalara vuruyorum kendimi, acımasız, kaçınılmaz, fırtına bulutlarıyla kaplı bir göğün altında.
Sanki biriktikçe hayatını ağırlaştıran deneyimleriyle arasındaki, giderek uzayan bir kuyruk gibi peşi sıra gelen bağları bir makasla kesip atıvermişti ve şimdi önünde uzanan, henüz hiçbir yaşanmışlıkla damgalanmamış gelecekle istediği gibi yüzleşmekte serbestti.
Sendeledikçe, tökezledikçe, sağa sola çarptıkça da umarsız insanlar yanımdan koşarak geçip beni geride bıraktılar. En yavaş koşucular bile ilgi göstermedi bana, kazanma umudu olmayanlar bile yardım etmedi. Ben de, onlarla birlikte koşacak gücüm kalmadığından, ters yönde koşmaya başladım. Eski dostlarımla sohbet etmeye çalışmak bana tiksinti veriyordu artık; anlamsız gevezelikleri ve günlük kaygıları zihnimi bulandırıyordu. Yine de, onların arasına karışmak ve toplum tarafından kabul edilmek dürtüsünü ne kadar uğraşırsam uğraşayım tamamen boğamıyordum bir türlü. İçimde hep açık bir kapı bırakıyordum.
Duyu bombardımanı altındaki zihnim, çatışmaları sona erdirdiğinde yaşamımın da sona erdiğini anlıyorum, ve ismi olmayan, daha önce kimsenin tarif etmediği, büyülü, yeni bir yaşamla sarhoş oluyorum.