Erkan Çav

8.0/10
1 Kişi
5
Okunma
1
Beğeni
537
Görüntülenme

Erkan Çav Sözleri ve Alıntıları

Erkan Çav sözleri ve alıntılarını, Erkan Çav kitap alıntılarını, Erkan Çav en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
“Osmanlı ileri olsaydı, güçlü olsaydı zaten yıkılmazdı” gibi söylemler, iddialar ortaya atılmıştır. Şu anda tüm dünyada İslâm tarihçileri ve Osmanlı tarihçileri bu “Geri Kalmışlık Paradigması”nı reddediyorlar. Ama maalesef henüz bu Türkiye'de pek fazla duyulmadı. Ben inşallah bunu Türkiye'de gündeme getireceğim. Şu anda bu “Geri Kalmışlık Paradigması”nın çöküşü üzerine uluslararası bir sempozyum planlıyorum ve bu konuda bir makale yazdım. “Geri Kalmışlık Paradigmasının Çöküşü: İslâm Tarihinin Yeniden Dönemlere Ayalması” hakkında bir makale inşallah Almanya'da bir kitapta bölüm olarak yayânlanacak. Şu anda tarihçiler, İslâm medeniyetinin ve Osmanlı'nın geri kaldığını reddediyorlar. Çünkü daha önceden, tamamen ideolojik bir yaklaşımla İslâm medeniyetini, Osmanlı medeniyet birikimini yok göstermek, küçük göstermek ve hakir göstermek için yapılan propaganda; yeni çalışmalarla, verilere, arşivlere, kitaplara, birincil kaynaklara dayalı çalışmalar yapıldığında artık çok temelsiz ve boş görünmeye başlandı. Bu terkediliyor. Bu geri kalmışlık paradigmasını ilk eleştiren Marshall Hudgson (1922-1968). Kitabı Türkçeye İslâm'ın Serüveni (Venture of Islam, 1977) diye tercüme edildi. Marshall Hudgson kitabında İslâm medeniyetinin XVI-XVTI. yüzyılda zirvede olduğunu; Hindistan'da bir imparatorluk var, İran'da bir imparatorluk var, Osmanlı'da bir imparatorluk var, sanat var, felsefe var, müzik var, mimari var; bunların zirvede olduğunu söyleyerek, en az XVI.-XVII. yüzyıla kadar İslâm medeniyetinin geri kalmadığını, ilk defa bu "geri kalmiş paradigması" iddiasına karşi bir eleştirel söylem olarak ortaya attı.
Öykü Kayaalp: Benim sorum şöyle olacak: Ben de son sınıf Sosyoloji öğrencisiyim. Siz de bu kürsünün ilk öğrencilerindensiniz Türkiye'de. Günümüz sosyolojisi, o günden itibaren yüz yılda nasıl bir gelişme gösterdi, hangi evrede, şu anda ne noktada, ben sizin görüşlerinizi merak ediyorum. Cahit Tanyol: Sosyoloji öğrencilerine yalnız şunu
Reklam
Artık şu anda Osmanlı'nın geri kalmadığı müsellem, yani herkes tarafından kabul edilen bir hakikat tüm dünyada. Ama maalesef Türkiye'ye bu henüz gelmedi. Bu gerçek, ders kitaplarımıza, müfredatımıza henüz yansımadı. İnşallah bunu bir şekilde yansıtacağız. Bu çalışmaları Türkiye'ye dağıtacağız ve bunların müfredatımıza yansımasına çalışacağız. Biliyorsunuz, şu anda Avrupa'da, Amerika'da “decolonization of curriculum”, müfredatı de-kolonize etme, yani ders müfredatını kolonizasyonun tesirinden kurtarma çabaları var. Özellikle tarih yeniden yazılıyor. İşte kolonyalistler, sömürgeciler, köle tüccarları kahramanlar gibi gösterilmiyor. Mesela Amerika'da Columbus şehrinde, bu Amerika kıtasını keşfettiği söylenen Christopher Columbus'un (1451-1506) heykeli yıkıldı. Niye? Çünkü bu adam kahraman değil. Bu adam sömürgeci. Amerika'ya gelmiş, bir sürü haksızlık, adaletsizlikler yapmış. Kızılderililere yaptığı muamelenin hiçbir ahlâki ve hukuki tarafı yok. Dolayısıyla “Bu adam heykeli dikilecek bir adam değil” diyerek, halkın da isyanıyla bu heykel yıkıldı, Buna benzer şekilde İngiltere'de de böyle sömürgecilerin heykelleri yıkılıyor. Çünkü bunların yaptıklarının ahlâki ve insani hiçbir tarafının olmadığı ortaya çıkıyor. Bunların birer kahraman değil, birer hırsız, katil, ırkçı, ayrımcı oldukları konusunda bir bilinç ortaya çıkıyor. Ama maalesef bu henüz, bizim müfredatımıza, ders kitaplarımıza yansımadı. Ama eninde sonunda bizim ders kitaplarımıza da inşallah yansıyacaktır. Çünkü bunu yok sayamayız.
Marx, Hegel felsefesini dünyayı tanımlamadan dünyayı değiştirme gayesine çevirdiği gibi, sosyolojiyi de toplumu tanımlamadan toplumu değiştirme gayesine çevirdi, böylece radikal toplum görüşü, radikal dünya görüşüne, radikal sosyoloji, ideolojiye dönüştü. Dünyayı değiştirmeye yönelik sert ideolojiler, Ahmed Rıza (1858-1930) ve Ahmed Şuayb (1876 1910) misalindeki gibi, pozitivizm gibi felsefi ideolojiler, Marksizm ve Kemalizm gibi siyasi ideolojiler olabilirdi. Türkiye'de komünist hareketin öncülerinden Mustafa Suphi (1883-1921), Emile Durkheim'ın talebelerinden Celestin Bougle'nin (1870-1940) Ou'est-ce gue la Sociologie? (Paris: Alcan, 1907) adlı eserini Türkçe'deki ilk sosyoloji kitabı olarak tercüme etmişti (Eğribel 2010; 11/52). Keza 1940'ların sosyologları Behice Boran ile Niyazi Berkes, bilahare Marksizm'i savunacaklardı.
Eski asistanım, Prof. Dr. Recep Şentürk'ün (2008: 9-13, 32) Türk Düşüncesinin Sosyolojisi-Fıkıh'tan Sosyal Bilimlere başlığını taşıyan kitabından okuyalım: “Omanlı'dan günümüze, toplum bilim tarihimizde üç ana safha olduğunu ve her dönemin aydınlarının ve toplumsal söyleminin yapısının farklılıklar arz ettiğini söyleyebiliriz.” 1. Dönem: “Osmanlı'nın kuruluşundan Tanzimat'a kadar (1299-1839) fıkhın hakim olduğu klasik dönem. Fıkıh nedir? “Devlet, fıkhın en yüce tecessümüdür, onunla ayakta durur ve onu ayakta tutar” diyor G. Lewis.” Hafızamız küsufa uğradığı için, genç dinleyicilere konuyu biraz açalım: Fıkıh'ta 3 akıl yürütme ve yorumlama yolu vardır, ulema sınıfı da buna göre kendi içinde 3 tabakaya ayrılır: I-İçtihad Yeni fıkhi kuramların üretilmesi > müçtehidler. 2-Fetva İlişki ve davranışlarda dinin görüşü > müftüler. 3-Hüküm (Kaza) Mahkemeye intikal eden anlaşmazlıkların fıkıh açısından çözümü > Kadı. 2. Dönem: “Tanzimat'tan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar (1839-1922), bir yandan Osmanlı “Cihan Görüşü'nün omurgasını oluşturan fıkhın kapsayıcı etkisi, sınırlanmaya çalışılırken, diğer yandan ihya ve sosyal bilimlerle telif edilmeye çalışıldığı dönem. İntihar ederek ölen 2. Abdülhamid döneminin Berlin ve Viyana Büyükelçisi Sadullah Paşa'nın mısralarıyla söylersek: Yıkıldı belki esasından eski malümat / Ne kaldı şöhret-i Rum u Arab ne Mısır u Herat” 3. Dönem: “Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana (1922 sonrası), fıkhın resmi söylemden kaldırıldığı ve Batılı Sosyal Bilim söyleminin hızla ve resmen benimsendiği dönem.”
Ümit MeriçKitabı okudu
Sözlerime konuşma başlığımın bir iz düşümü olarak “Günaydın!” diyerek başlıyorum. “Günaydın, günlük, sığ, muhdes, dünyevi, ahiretsiz, öncesiz-sonrasız, seküler, tercüme kokan, doğmamış, zorla üretilmiş bir kelime. Çamlıca Kız Lisesi'nde sahahları, bahçede, öğretmenlerimizi görünce, kenara çekilip, verdiğimiz selam! Peki, “Selamünaleyküm”! Hayır, o kadar kısa değil! Esselamüaleyküm ve rahmetulahı ve berekatühü! Yani Allah'ın selâmı ve rahmeti ve bereketi sizlerin, sizin ve sızı koruyan meleklerin üzerine olsun: Uzun, dünyası ve ahireti olan, Allah'ı bilen, melekleri tanıyan, duasıyla gelen bir selâm. Peygamberin Ashaba, Hazret-i Mevlana'nın Selâhaddın-i Zerkubi'ye, Konya Bidayet Mahkemesi Reisi olan dedemin, her sabah, kâtibıne verdiği selam: İrfan ehlinin selâmı.
Ümit MeriçKitabı okudu
Reklam
Çağımızda 1958 yılında Michael Polanyi “tacit knowledge-sözsüz bilgi” kavramıyla, insanların tecrübeyle aslında etirebildiklerinden çok daha fazla şey bildiklerini ifade etmişti. Bu irtibat, amelde olduğu gibi, dil-amelde de görülür; “Söylemek eylemektir” ve “Üsb-i beyan, ayniyle insan” tabirlerinin ifade ettiği gibi, edeb kelimesi, hem dilde, hem amelde incelik mânâsına gelir. Demek ki modern insanın sandığı gibi, ilim ve alem (dil), objektif değil, amelle birleşerek yeniden üretilen sübjektif-tecrübi şeylerdir. İnsanda amelle ilim artar, hikmete dönüşür, dil artar, beyana dönüşür. Sekülerleşmenin özü, zulümden âzâde yeni bir dünya kurma özlemiyle kudret aracı olarak ilahi ilmin sahiplenilmesi iddiasıdır; bunun inanış/düşünüşe, din/ilime dair iki boyutu ayırt edilebilir. Sekülerleşmenin inanış-din boyutu, İlmin, Alim'den (Allah) ve Âlem'den kopması olarak deizme, düşünüş-ilim boyutu, Alemden (dil) ve Amelden kopması olarak absolutizme kaymadır. Dikkat edilirse “ilim, alim, âlem, alem, amel” kelimelerinin hepsi aynı kökten gelir, bu irtibat, dünyada ancak Arapça'da görülebilir.
Bedri GencerKitabı okudu
Ülkemizde bir ithal ilmi gibi başlayan Sosyoloji çalışmaları önce Fransız Sosyolojisinin büyük sentezleri altında ezildi, sonra Amerikan sosyolojisinin küçük analizleri içinde ufalandı ve adeta bir metod fetişizmi devri yaşandı. Farklı konularda farklı yöntemlerle çalışanlar bulgularını birleştireceklerine birbirlerine sırtlarını döndüler. Oysa sosyoloji ne (bugünü belirleyen) dünü kucaklamakla yetinmeliydi, ne de mikro çalışmaların patikasında yolunu kaybederek, nereden gelip nereye gittiğini şaşıran bir ilim olmalıydı. Ülkemizle ülkemizi tanıştıracak bir sosyoloji, bu iki tavrın barışmasından geçecektir. Sosyolojide mimarlık yapmayı bilemezseniz, başkalarının amelesi olursunuz. Kendinizi asırlara göre kodlayın, meteoroloji bültenlerine göre değil. Biz sizin papatya değil, çınar olmanızı istiyoruz. Tarihe yönelmek demek, geleceğe yönelmek demektir. Çınarın kökü derinlerdedir, dalları da göklerdedir. Fırtına çınarın gövdesini deviremez, olsa olsa dallarını kırar. Kendinizi asırlık perspektiflere yerleştirin ve gününüze, önce asırlar evveline dönerek sonra asırlar sonrasına geçerek, bakın.” Evet, sözlerimi burada sonlandırırken, size “Günaydın” demiyorum. Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü.
Ümit MeriçKitabı okudu
1940'ların sosyolojisi önemli ölçüde dergiler etrafında şekillenmiştir. Gerek Ankara ekolü olsun, gerekse İstanbul ekolü olsun, yeni ve canlı fikirleri ilk önce dergiler aracılığıyla okuyucularına duyurmuşlardır. Dergiler, yazılan konulara göre seçilmiştir. Örneğin Fındıkoğlu'nun 1934'te çıkarmaya başladığı İş Dergisi Gerhard Kessler'den mülhem Alman ağırlıklı fikirleri tanıtırken, Alman idealist felsefesi eğilimlerini taşıyan Mehmet İzzet'e geniş yer vermiş ve Gökalp'i tanıtmıştır. Bunun yanında Alman sosyal bilimcilerinin sosyal siyaset temalı yazıları da bu dergide yer almıştır. Dergide ayrıca Hilmi Ziya'nın, Nadir Nadi'nin ve özellikle Orhan Tuna'nın imzalarına rastlamak mümkündür. Bunun yanında Ankara ekolü mensuplarının imzasına rastlanılmamaktadır. H. Ziya Ülken de 1937-1943 yılları arasında İnsan Dergisi'ni yayınlamıştır. Dergide Gökalp ve Sabahaddin'in görüşleri ve bu görüşler hakkında yapılan çalışmalar tanıtılmaktadır. Ayrıca felsefeden bilim tarihine, Türk düşünce tarihinden halk edebiyatına her konuda makalelere rastlamak mümkündür. Yine aynı dergide Ankara ekolünden Behice Boran'ın makalelerine de yer verilmiştir.
Beyan âlimlerine göre hakikat, mecaz, kinaye olarak üç, usül âlimlerine göre, sözün kinayesinden bazısı hakikat, bazısı mecaz olduğundan hakikat ve mecaz olarak iki ana beyan yolu vardır. Hakikat asıl, mecaz hakikatin halefi ve fer'idir; yani hakikatin yerine kaim olan mânâdır. Dolayısıyla Mecelle'deki 63. “Mânâ-yı hakiki müteazzir oldukda mecâza gidilir” kaidesinin ifade ettiği gibi, bir söz, karine bulunmadıkça mecaza değil, hakiki mânâsına hami edilir (Ergüney 1965: 65). Batılı insan ise teodise probleminden dolayı hakkı (right), dolayısıyla hakikat ler (truths) hiyerarşisini, tevhid-i Hak-tertib-i Hakâik irtibatını yitirdi. Bunun sonucunda ilim ve dil, ilahi kaynaktan ve beşeri tecrübeden kopuk objektif bir şey olarak anlaşılır oldu.
Bedri GencerKitabı okudu
Reklam
Fârâbi (259--339/872-950) ile İbni Sina (340--427/980-1037) arasında yaşayan Yahyâ b. “Adi (893-974), Ebü Süleymân Sicistâni (-377/-987), Ebü Hayyân Tevhidi (310--414/922-1023) ve İbni Miskeveyh (325--421/936-1030) gibi filozofların en orijinali sayılabilecek Ebu'l-Hasen Âmiri'nin (-381/-992) bilimler tasnifi, filolojinin epistemolojik statüsünü tesbitte kritik önem taşır. Augustinegil sapientia/scientia ayırımı, hikmet-i nazariyenin ilk felsefe/son felsefe denen, külliyat/cüz iyyâtı, makülât/mahsüsâtı konu alan metafizik/fizik ayırımına tekabül eder. Görebildiğimiz kadarıyla sadece Âmiri (2013: XV1), kelam ile metafiziğin akli, hadis ile fiziğin hissi ilim olduğunu, böylece dini ilimler açısından kelam/hadisin felsefi ilimler açısından metafizik/fizik ayırımına tekabül ettiğini söyler. İlginçtir ki Fransa'da Auguste Comte da sosyolojiyi “sosyal fizik” olarak adlandırmıştı (Mackenzie 1966: 20).
Âlem-i His ayırımını Âlem-i Makülât/Âlem-i Mahsüsât (intelligible/sensible) olarak ifade eden Eflatun'a göre Allah, önce aklımızla idrak ettiğimiz cevherlerde, (idelerden) mürekkep makülât âlemini, bilahare onların hayalleri olarak hislerimizle idrak ettiğimiz mahsüsât âlemini yarattı. Birinci âlem, mutlak, ikinci âlem, mukayyettir. Hersekli Ârif Hikmet'in (2018: 176) dediği gibi, mukayyed, mutlak, sonlu sonsuzu doğrudan idrâk ve ihâta edemez; arada vasıtaların bulunması gerekir. İzzeddin Kâşâni (2010: 48) de bu konuda şöyle der: “Aklın haddi ise, hikmet âlemini idrak etmektir ve onun kudret âlemine bir yolu yoktur. Hikmet âlemin den maksat, sebeplerin varlığıdır ki Hâkim-i Mutlak, mülk ve şehadet âlemindeki her bir varlığı bir sebebe bağlı ve o varlığın o sebeple ortaya çıkmasını sünneti câriye kılmıştır.” O halde hakikat ile mecazdan oluşan beyan, ilmin “ne'si, niçin'i, nasıl'ı” soruların karşılık olarak Hakkın Hayra, Kudretin Hikmete, Cemalin Hüsne, yani, metafiziksel-mutlak-akli güzelliğin fiziksel-mukayyet“hissi güzelliğe tercümesidir.
Bedri GencerKitabı okudu
Hilmi Ziya Ülken eklektik eğilimler taşırken, bu dönemde Marksizm'i de hatırlatmadan geçemez. Fındıkoğlu'na gelince, o da eklektik fakat Alman sosyolojisin den kaynaklanan “sosyal siyaset” anlayışını ülkemizde yerleştirme çabasındadır.Kösemihal, Le Play'in devamcılarınca geliştirilen “tecrübi sosyoloji” anlayışının üniversitedeki temsilcisi
Âsım Efendi'nin Kâmûs'u
Âsım Efendi, filoloji açısından dil alanında, tarih alanındaki kadar, belki ondan daha büyük bir başarı göstermiştir. O, Kâmüs'u tercüme ederken Murtazâ Zebidi'nin TâcülArüs adlı şerhinden de faydalanmış, el-Muhkem, el-'Ubâb, et-Tâc gibi kaynaklardan yeni kelimeler ve mânâlar eklemiş, kelimelerin mânâlarını açıklarken âyetler, hadisler, şiirlerle istişhad etmiştir. Âsım Efendi, tercümesinde Arapça kelimelere Türkçe karşılık bulmakta büyük gayret ve titizlik gösterdiği için eseri, aynı zamanda Türkçe'nin de zengin bir sözlüğüne dönüşmüştür. Bilhassa bitki ve hayvan adları gibi bilinmesi güç kelimelerin tesbitinde yöre ağızlarından da yararlanmıştır. O, bu eserine sadece kendi kültür birikimini yansıtmakla kalmamış, kendi dışında yüz elli civarında ilim ve kültür adamının iki yüzün üzerindeki eserindeki mevcut bilgileri de yansıtmıştır. Böylece eserini sadece bir lügat tercümesi olmaktan çıkarmış; dil, edebiyat, tarih, kültür, din ve dinler tarihi ansiklopedisi haline getirmiştir (Mütercim 2015: /CXXXI, CXLIV).
Osmanlı'da sosyolojinin oluşum sürecine dikkat çeken Doç. Dr. Hüseyin Akyüz, “sosyoloji geleneği” için şu değerlendirmeyi yapar: “ “Sosyolojinin Batı'da doğmuş olduğu” yargısına bütünüyle katılmak bir hayli zordur. Ancak Batı'da geliştiği ve belli bir üslüp kazandığı her türlü şüpheden uzaktır. Batı düşüncesinin bir parçası olarak anlamaya ve öğretmeye çalıştığımız sosyoloji, zaman zaman bilimsel bir hareket, zaman zaman ideolojik bir dünya görüşü, çoğu zaman da içinde bulunduğu toplumsal düşüncenin problem ve sıkıntılarını yansıtıyordu. Yani Batı ülkelerindeki “sosyal olma' durumunu anlamak ve anlatmak istiyordu. O ülkelerde ne ile uğraşıyorsa, bizde de aynı şeylerle uğraşmaya başladı. Bir dereceye kadar da Batı'nın üstünlüğünü savunan, kavram ve fikirler ithal eden ve bizi bunlara uymaya zorlayan bir görünüm içerisinde oldu. Birkaç tane yerli amaç taşıyan çalışmanın dışında, genel olarak söylemek gerekirse, bizdeki mevcut problem ve değerler yerine, Batı'da olmuş bitmiş olandan hareket ederek bunları bizde aramaya, hatta var etmeye çalıştı. Diğer bilimlerin durumu da sosyolojiden pek farklı değildir. Burada üzerinde ısrarla durmak istediğimiz ana konu, bir isim veya form meselesi değildir. Esas olan muhteva, yani öz meselesidir. Sosyolojiye isterseniz ilm-i ümran”, isterseniz 'içtimâiyat ilmi, isterseniz toplum bilimi” deyiniz, sonuç değişmez. Ana mesele, sosyolojik düşüncenin yerli öğelerle örülerek bilimsel bir geleneğin oluşturulmasıdır.”(Akyüz, H.(1991,Nisan)."Sosyolojimizin Sosyolojisi"Soruşturmasına Cevap, Milli Kültür, Sayi 83, s.14-15)
Erkan ÇavKitabı okudu
127 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.