" Eninde sonunda hepimiz camın ardındayız. Bizi Hopper gibi seyredecek kimse yok. Pencerelerim açılmıyor. Perdelerimi rüzgârla dolduramam. Kırmızılı kadının yüzünü ışıtan güneş bize artık öyle parlamıyor; hava dostane değil, mevsimler belirsiz; gölgeler duvarlara sert çizgiler çizecek kadar keskin değil bugünlerde.
Güneş bir tek batarken kızartıyor şehri.
Boynumuz bükük, omzumuz düşmüş, yüzümüz saçlarımızın arkasına saklanmış, aklımız kim bilir hangi uzak anının, umudun, düşüncenin eline geçmişken bizi seyredecek, resmedecek kimse yok. Anlayacak, şefkatle gözleyecek, derdimize derman değil, ortak olacak biri. Bizi bize, bizden iyi anlatacak, duruşumuza mana verecek, birkaç fırça hareketiyle okunur kılacak biri.
Sunsam kendimi kitap gibi, kimse aralamaz. Pencereye yaklaşıp sis bulutundan sıyrılmış sayısız blok ardında uzanan İstanbul'u bir bilim kurgu manzarası gibi seyredecek başka bir göz aramak nafile; gözleri dalmış çaresiz seyircilerden başka kimse yok bu pencerelerde.
Seyrediyoruz.
Bakışlarımız aslında daha derine, tıpkı Hopper karakterlerininki gibi daha uzağa, resimden, çerçeveden dışarı, manzaradan öteye, kendi geçmişlerine, kaderlerine dalmış. Değiştirmek için hiçbir şey yapmaya yeltenmediğimiz, sadece oluşmasını beklediğimiz kaderimize."