Bir şey yapamamış olmaya her zaman bir neden ya da nedenler bulunur: Zaman azdır, araya "hayati" zorunluluklar girer, yapılması istenen şeyin düşüncesi henüz "yeteri kadar" olgunlaşmamıştır. Falan ve de filan. Sen çok iyi bilirsin bunları.
Bundan sonra en iyi yön belki de, yönsüzlüktü. Yani, en iyi yolcu nereye gittiğini bilmeden giden yolcuydu. Evet, okyanusta pusulasını şaşıralı çok olmuştu. Ve bunu kendisine yüksek sesle söylemenin zamanı da çoktan gelmiş geçmekteydi.
"Benim vatanım insandır. Hem sanki insanlar ölünce, öbür dünyada onları uluslarına, dinlerine, dillerine göre mi ayırıyorlar? Yoo, iyi insan kötü insan oluşuna göre sınıflandırıyorlar bence..."
Ayrı bir zaman için not:
Sen yirmi yaşlarında iken dünya başkaydı.
Hiç kimse, dünya kuruldu kurulalı hiç kimse senin yirmi yaşların gibisini yaşamamıştır. Zamansız, daha doğrusu saatsiz bir dinyaydı. Güneş doğuyordu, evet, batıyordu, evet. Ama bunun zamanla bir ilişkisi yoktu senin için. Doğanın ışığa ve karanlığa gereksinimi vardı ve güneş o yüzden belirli sürelerle doğmakta ve batmaktaydı.
Ve zaman senin için söz konusu olduğunda uzayan ve de kısalan gölgelere bakıp tanımlıyordun onu. İstanbul'da, o canım kentte adasız bir Robinson gibiydin. Ne söz vermek birilerine ne belirli zamanlarda belirli yerlerde bulunmak ne bir gördüğün yüzü bir daha görmek ne de bir yattığın kadınla bir kez daha yatmak zorunluluğun vardı.
Dünyanın değerleri böyleydi çünkü o yaşlarda, önemli olan senin için, kentin yer değiştiren ışık ve gölgeleriydi. Ve akşamın mora doğru değişen esmerliği nedense sana hep şehvet duyguları verirdi.
Ve senin için İstanbul, değişen ışıkların dünyadaki tek saati, tek göstergesiydi. Koskocaman, bildiğimiz zamanın bir ışık saatiydi İstanbul. Kullanılmamış, kullanılmayı bekleyen zamanların saati ya da zamansızlıkların...
Yüzlerce, binlerce sokağın köşesinde ışık saatçikleri görürdün ve sana öyle gelirdi ki yalnızca senin duyduğun garip, doğaötesi sesler çıkaran bu saatler taa ötelerde, uzayda birilerine, bir şeylere haberler gönderirlerdi.
Işık ve gölgelerle soluk alıp veren yirmi yaşlarının İstanbul'una alışılmış zaman bilincinin dışında yer verilmeliydi...