Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

İbrahim Bayram

0.0/10
0 Kişi
2
Okunma
2
Beğeni
933
Görüntülenme

İbrahim Bayram Sözleri ve Alıntıları

İbrahim Bayram sözleri ve alıntılarını, İbrahim Bayram kitap alıntılarını, İbrahim Bayram en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Dinin ahkâmına karşı insanın konumu hakkında ise şu fikirleri ortaya koymak mümkündür: Dinin amellerden çok itikad üzerine tesis edilmesinden hareketle, dinin insan ile Allah arasındaki vicdânî bir kanaat olduğu ve dinin insanın flillerine karışmadığı şeklinde bir anlayış geliştirmek dogru degildir. Din, insanların hem nazari hem amelî tüm durumlarını kontrol altına alır."137
. İnsanlara kesin bir rehber olabilmesi için dinin, değişmez bir hakikat olması gerekir. İnsanlar yeni bir din oluşturarak dini kendilerine değil, kendilerini dine tâbi kılmalıdırlar.127 Sürekli yenilenmeye ve düzeltilmeye muhtaç olan din; ihtiyaç duyuldukça değiştirileceğinden, Allah tarafından gönderilmiş olma özelliğini yitirir.123 Din denilen şey sabittir, insanlar tarafından değiştirildikten sonra o artık din değil dinsizlik olur.129
Reklam
Mustafa Sabri, “Darwin nazariyesi Kur’ân’a aykıri değildir" şeklinde dile getirilen iddiaları Mevkıfu’l-beşer tahte sultâni’l-kader adlı eserinde değerlendirmiştir. Ona göre iddia sahibi, Nisâ süresinin başındaki, “Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan Rabbinizden korkunuz” (en-Nisâ 4/1) âyetindeki“tek can" ifadesinden, Hz. Adem’in
Islâm dini ve Islâm ulemâsı, ilâh akidesinde en güzel, en sahîh ve itiraza en dayanıklı yolu seçmiştir. Zira onlar. Allah’ın zâtını sınırlama yoluna gitmeden O’nu sadece tek bir ferde hasredip digerlerine uymayacak küllî bir mefhümla tanıyıp tanıtmışlar, bunu da “Vâcibü'l-vücüd" şeklinde kısaltmışlardır. Zira O'nun vadıgının zorunlu oluşu, vahdâniyeti içine alacak şekilde tüm kemâlâtı bünyesinde taşımaktadır. Bu bakımdan Vâcibü’l vücüd olan Allah ifadesi; hem düzeni gözler önünde olan bu âlemin O’nun varlığına duydugu ihtiyacı belirtmekte, hem de O’nun yeryüzü ve gökyüzündeki her şeyi ilmiyle kuşatan varlık olmasını tazammun etmektedir.”
Insanın ister mahsüsât(gözle görulebilen) ister mâkulâttan(akılla bilenebilen) olsun bildigi şeyleri bilirken bu bilmenin keyfiyetini bilememesinin, onun bilgi edinmesine bir zararı dokunmaz.Allah insanların neyi bilmelerini istediyse onlara, onu öğretmiş, ancak nasıl bildiklerini öğretmemiştir. Bu hususta avâm ile havâs arasında fark yoktur.24 “İdrâkin, bir şeyi nasıl idrâk ettiğini bilmekten aciz olduğu”25 şeklindeki ifade, bu konuda söylenebilecek en güzel ifadedir. Eğer bu acziyet itiraf edilmezse “cehl-i basitten cehl-i mürekkebe” düşüldüğü gibi, bedîhiyyâtın inkarıyla “şüpheci” konumuna da düşülür. Hatta bu meseleyi izah adına iş, mahsüs âlemin idrâkler vasıtasıyla mevcüd olduğunu, idrâk olmasa âlemin de mevcüd olmayacağını söylemeye kadar varır. Sonuç itibariyle idrâk, Allah’ın izin ve irâdesine bağlı olarak gerçekleşmekte ve bu esnada ne zihin dışarıya çıkmakta ne de hâricî eşya zihne girmektedir.
Mustafa Sabri'ye göre örtünme, insanın tabiatında bulunan kıskançlık duygusu ile uyum ve tabiat ile tezat halindeyken; açıklık ise kıskançlık ile tezât, tabiat ile uyum içerisindedir. Kıskançlık ruhtan; ihtilât (serbestlik) ise bedenî hazdan güç alır. Ilki kişiyi örtünmeye, diğeri ise açılmaya teşvik eder. Bu iki güç birbiriyle sürekli savaş halindedir. Batı, ikinci gücü alıp birincisini feda etmiştir. Kıskançlığı 0 derecede feda etmiştir ki, artık bu duyguyu âdeta bir eksiklik ve ayıp olarak görmeye başlamıştır. Halbuki insan tabiatı, kıskançlığı doğuştan gelen bir fazilet duygusu olarak görür.144 Batı, elde edeceği maddî zevkler karşılığında insanın kalbine ve rühuna zarar veren bu mânevî yıkıma katlanmayı kabul etmiştir. Bu yolla Batı, kendi görüşü doğmltusunda işin müsbet yanım menfî tarafına tercih etmiştir. İslâm ise nefsin hazzı yönünden fedakârlık ederek, izzet-i nefse yönelmiş ve ona büyük önem vermiştir. Islâm, şehvânî arzulara verilecek fazla degerle karşı tarafın iffetine az veya çok halel geleceği endişesiyle iki cinsin arasına set koymuş, başkasının hak ve hürriyetine tecavüz ihtimali bulunan yerde, insanın nefsî hürriyetine bir sınır çizmiştir.145
Reklam
Ona göre ilim-akıl ikilisi, Allah’ın insana verdiği en büyük nimet, hayır ve saadet kaynağı olup, akıl; şerrin en güçlü engelleyicisi ve insanın en önemli rehberi, ilim ise en kazançlı sermayedir.‘ Akıl ve ilim kadar insanın elini güçlendiren başka bir şey yoktur, bir mal veya silah insanın şerrine de vesile olabilirken ilim ve akıl böyle bir risk taşımaz. Akıllı bir kişinin elindeki mal veya silah hayra götürüp şerden alıkoyar. Bu anlamda akıl diğer güçleri kullanmada da en önemli kılavuz olmaktadır.78
Allah'ın hiçbir yer kendisini kuşatamayan, hiçbir yön kendisini sınırlayamayan hiçbir mesafe kullanımı kendisi için söz konusu olmayan, hiçbir afet kendiş. ne erişemeyen yüce ve kadim bir zat olduğunu kaydeder. O'nun bir arş veya kürsiye ihtiyaç duymaktan, cin veya insanla değer kazanmaktan âli; varlık deli açık, otoritesi her şeyi kuşatıcı yüce bir zat olduğunu söyler. Yine bir başka vesileyle de O'nun mahlükata benzemekten âli; mülkünde, hâkimiyetinde, di. ger varlıklara egemenlik kurma, onlar üzerine otorite icra etmede üstün; celal, izzet ve ihsanında yüce olduğunu belirtir.* Müellif, arş kelimesi üzerinden de açıklamalar getirir. İlgili ayette geçen arş” kelimesine mülk; “arşın rabbi” ifadesine de kudret, otorite ve mülk sahibi şeklinde anlam verir. Eğer bu arş ifadesine, semanın üstü manası verilecek olursa; onu yaratılanların en büyüğü olması itibariyle bütün mahlükatın yerine zikredilmiş bir kelime olarak anlamak gerektiğini söyler. Arşın Allaha izafesi halinde ise bunu Cenâb-ı Hakk'ın onun yaratıcısı olması ve onun ilâhi mülk, kudret, ilim, azamet ve hâkimiyeti altında bulunması şeklinde değerlendirmek gerektiğini ifade eder.*
Allah’ın tecrübeyle sabit olma imkânı olursa O, Vâcibü’l-Vücüd ve yokluğu muhal bir varlık olamaz, aksine böyle bir durumda O, varlığı zaruri olmayan sıradan bir varlık olur, “Allah” olamaz.18 Allah’ın varlığının tecrübeyle ispat edilememesi, O’nun mevcüd olmamasından değil, tecrübenin maddiyât ve tabiat alanında hüküm sürmesinden, O’nun da maddî ve tabiata dahil bir varlık olmamasından kaynaklanır. Vâcibu’l-vücüd bir varlığın mevcudiyetini ispata ehil olmayan tecrübe, sadece basit varlıkların mevcudiyetini ortaya koyabilir. Buna göre tecrübenin eksikliğini, Allah’ın varlığının nefyine veya O’nun varlığından şüphe duyulmasına hüccet olarak göstermek insafla bağdaşmaz.
Idrâki, dimağın bir fiili olarak gören Maddiyyün (Materyalistler) yanılmaktadır. Dimağın daha kendisinin varlığına dair bir şuuru yokken onun müdrik olması mümkün değildir. Zâten müdrik olan insan da ancak araştırma ve öğrenme yoluyla dimağının varlığından haberdardır. Bu anlamda dimağ, idrâkin fâili olamaz.”Dimağ sadece idrâk ve akletme (taakkul) aracıdır. Idrâk etmeyi ve akletmeyi gerçekleştiren ruhtur. İddia edildiği gibi şayet idrâk dimağın eseri ise, ükirler arasında hak-bâtıl tayininin nasıl sağlandığı, Maddiyyün’dan olmayan kişilerin nasıl olup da idrâki dimağın sonucu olarak görmedikleri sorulmalıdır. Bu durumda idrâkin dimağın bir eseri olduğunu savunan Maddiyyun, kendisi gibi düşünmeyen kişilerin dimağlarının kendi dimağları gibi olmadığını ve kendi görüşlerinin diğer görüşlere tercihini gerektirecek bir halin bulunmadığını kabul etmek durumundadır
Reklam
“Hiçbir bilginin yakîn ifade edemeyeceği” şeklindeki Reybiyyün (Şüpheciler) düşüncesi doğru değildir. Hissî bedâhet yoluyla kâinâtın, aklî burhân yoluyla da Allah’ın varlığı konusunda bir yakîn kesbedilebilmektedir ve buna yönelik bir şüphe ortaya konulması doğru olmaz. Reybiyyün’un görüşlerinin aksine, insan bilgisi, aksine ihtimali ortadan kaldıracak bir yakîn elde edebilir. Insan malümâtının basit önermeleri aşamayacağı, aksi muhtemel olmayacak tarzda zarüret bildiren herhangi bir önermeye ulaşamayacağı şeklinde dile getirilen düşünce kabul edilemez. Bu düşünce, meselâ “küll, cüzden büyüktür” gibi bir önermeye kimsenin ikna olamayacağını söylemekle eşdeğer bir anlam ifade eder.7 Doğrusu şudur: Matematik ve geometri ilimlerinde olduğu üzere, insan bilgisi zaruri önermelere hâkim olur; hiç kimse iki kere ikinin dört ettiğine dair zarüret bildiren bir önermede tereddüde düşmez. Kimse bunun doğruluğunda şüpheye kapılıp bu sonucu tercih edilebilir bir ihtimal olarak değerlendirmez. Zira Allah, bu ve benzeri önermeler yoluyla insanın zihninde bu bilgiyi yaratır. Allah, “fâil-i muhtâr” olduğu için isterse bu bilgiyi zihnimizde yaratmaz; bu durumda ise biz bu önermelerin doğruluğu konusunda şüpheci durumuna düşeriz. Mustafa Sabri’ye göre, zarüriyyât kabilinden olan önermelerle elde edilen bilginin husülü, hem bu bilgiyi hem de insanı yaratan Cenâb-ı Hakk’ın fâil-i muhtâr olması açısından zaruri değildir. Allah dileseydi, insan, zarüriyyât denilen bilgileri bilemez veya zarüriyyâtı bilir ama nazariyyât bilgilerini oluşturamazdı. Bütün bunlar Allah’ın kudretindedir.
Kur'an'da Allah'ın varlığı, birliği ve kudretinin bir delili mahiyetinde ortaya konulan hadiselerden biri de yeryüzü ve gökyüzünün yaratılması ve bu hususta kulların maslahatının gözetilmesidir. Burada yaratılma daha çok kudretinin, onun mahlükatın faydasına en elverişli şekilde gerçekleşmesi ise ilminin bir sonucudur. Bu noktada ilminin neticesi, kudretinin ise tezahürüne vasıta konumunda olan irade sıfatı da elbette önem arz etmektedir. Sırasıyla ilim, irade ve kudret sıfatını takip eden, yaratma ile ortaya çıkan kâinatın herkesi kuşatan bölümünü teşkil eden yeryüzü ve gökyüzü, yine insanın bir şekilde karşısına çıkan dağlar ve yollar Allah'ın varlık ve birliğinin nişanelerinden birini teşkil etmektedir.
Nesefi, Kur'an'da yer alan en önemli tenzih ifadelerinden biri olan “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur”? ayetinin tefsirinde genel duruşunu sürdürmekle birlikte daha çok bunun nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durur. Önce ayette yer alan “misil” kelimesinin başındaki “kaf” harf-i cerrinin zaid olduğu yönünde iki rivayete yer verir. Peşi sıra bu yaklaşımı benimseyen bir dil geliştirerek açıklama yapar. Bu izahın (misli gibi değil, misli yoktur) aklen ikinci bir ihtimal olmayacak şekilde tek geçerli açıklama olduğunu söyler. Şayet ayet, zahiri üzerinden (misli gibi) alınır ve benzer varlık, O'ndan değil de O'nun mislinden nefyedilirse, ayette ifade edilene (hiçbir şeye benzemediği) zıt bir durumun ortaya çıkacağını belirtir. Zira ona göre teşbih Allah'ın mislinden nefyedildiğinde bu durum O'nun bir misli olduğunun kabulü anlamına gelir. Halbuki O'nun misli olursa mislinin de misli olur ve O, aynı zamanda mislinin de misli olmuş olur. Bu ise O'nun benzeri olmadığı anlamını ortan kaldırır. Bu durumda da, kendisinden misli nefyedilenin hakikati (benzer bir varlık) ortaya çıkmış olur. Allah bundan yüce olduğu için ilgili ayeti “O'nun misli gibi yoktur” şeklinde değil, “O'nun misli yoktur” şeklinde anlamak gerekir."
Mustafa Sabri, “erkeğin eline bakmamak için kadının ilim ve sanat öğrenmesi gerektiği” yönünde fikir beyân edenlere ise şu karşılığı verir: Erkek eve getirdiği nimeti. kadının başına kakmadıktan sonra, kadın bir zillet içerisine düşmez. Dolayısıyla onların bu hayattan mutlaka kurtarılmaları gibi bir ihtiyaç söz konusu değildir. Burada belki de yaptığı hizmetleri erkeğinin başına kakan kadın sayısı daha fazladır. Erkekler bile iş konusunda yeterli imkânlara sahip değilken, bunların arasına bir de kadınları ilave etme gayretleri; ya başka bir art niyet taşımakta ya da bu fikrin erkeğin kadını himayesinden atması gibi kadının zararına olacak bir anlam taşıdığı farkedilmemektedir. Şayet erkeğin çalışmasına bir katkı yapılmak isteniyorsa, kadının yaptıgı ev işlerinin de aileye bir katkı ve yardım olduğu unutulmamalıdır. Diğer taraftan kadın dışarıda çalışmayıp evde çalıştığında, çocuğun bakımı, ev işleri vb. işler için hizmetçi tutulmamasının eve ekonomik bir katkı sağladığı göz ardı edilmemelidir. Mustafa Sabri’ye göre, oluşturulan hava içerisinde “ev geçindirme” hevesine düşen kadınların ve bu konuda onlardan daha istekli tavır sergileyen erkeklerin peşinde koştukları “kadın hürriyeti”; kadının, şefkat ve gözyaşı dökmekten aile oluşturmaya, evi tanzim etmekten evlât yetiştirmeye kadar sahip olduğu tabiî kabiliyet ve özel meziyetlerinin kendinden uzaklaşması, onun erkeğin meşakkatli hayatına girmesi, tek başına yaşamını idâme ettirebilmesi, bekâr kalmak veya tek eşe bağlanmak istemeyen erkek gibi bir hayata sahip olması, yani kısaca kadının erkekleşmesi anlamına gelir.213
Mustafa Sabri’ye göre, Hz. Muhammed’in dahiliğini ön plana çıkaranlar, Kur’ân’ı tek mücize olarak kabul ettiklerine göre, onlar en büyük ve en değerli mücize olan Kur’ân’ın, onun deha sahibi oluşunun değil, nübüvvetinin bir mücizesi olduğunu unutmamaları gerekir. Nübüvvet de tıpkı mücize gibi yeni ilmî anlayışa muhalif bir hâdisedir. Aslında mücizeleri inkar edenler, nübüvveti de inkar etmiş (gibi) olmaktadırlar.22 Bu şekildeki bir yaklaşımla mücize gibi gaybiyyât kapsamında olan hâdiseleri inkar edenler, âyet ve hadisleri oyuncak etmişler, kurucularından daha fazla yeni ilmî anlayışa iman etmişlerdir.23
52 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.