Televizyonda doğayla ilgili bir belgesel var. Avustralya ya da Afrika'daki vahşi köpeklerle ilgili. Aralarından biri tek başına takılıyor ve açlıktan ölmek üzere. Bir hayvan leşini paylaşan üç, dört köpekle karşılaşıyor. Tek tabanca yanlarına yaklaşıyor ve ete doğru uzanıyor ama diğerleri ona hırlayıp, diş gösteriyorlar. Uzaklaşıyor, yarım bir daire çizip yine geliyor ama diğerleri onu bir daha kovalıyor, gidip, kurumuş otları arasında bekliyor. Dili dışarıda, kaburgaları titrerken diğerlerinin karınlarını doyurmasını izliyor.
"Çok üzücü," diyorum. "Onu ya vurmaları lazım ya da karnını doyurmaları, bu belgeseli yapanlardan bahsediyorum."
"Sana bir fare aldım sayılır diyor. Kız sesiz kalıyor sonra, ben farelerden korkarım, diyor. Sana söylememiş olabilirim. Sanırım biliyordum. Çoğu kişi korkar. Ya güvercinler? "
"Kadın ona bakmadan kürkünü giydi. [...] Şimdi burada tavır koysa dünya değişmeyecekti ki, hayvanlar daha güvende olmayacaklardı, ya da daha az acı çekmeyecek ya da daha uzun yaşamayacaklardı."
"Kuş, çatlamış kafasını, kırık boynunun üzerinde yükseltti ama kuş gibi değil, bir insan gibi, kaslarına saplanan pençelerden, çarpık gövdeden, çatlamış gagadan yükselen ses sanki adamın kendi sesiydi."