Sokak karanlıktı. Ben kafenin birkaç bina yukarısında duruyordum, serseri de olduğu yerde dikilmiş, bana bakıyordu. Genç bir adamdı, benim yaşlarımda, üzerinde bir zamanlar muhtemelen epey güzel bir parça olan bir takım elbise vardı.
''Ee nasıl olacak kardeş?'' diyordu. ''Nasıl olacak, ha? Ben çok feci bir alemden çıktım ve Tanrı biliyor ya, yakında biraz yemek bulamazsam.."
"Şöyle içini ısıtacak bir şeyler, ha?"
"Ya, elinden ne gelirse , ben sonra..."
Bir elimle, agizimdaki puroyu çıkardım,öteki elimle cebime uzanıyormuş gibi yaptım. Sonra da adamın el bileğini kavrayıp puromun
İzmaritini onun avucuna bastım.
"Tanrım!" Küfredip irkilerek benden uzaklaştı. "Ne halt ediyorsun sen ya?"
Kahkayı bastım,rozetimi gösterdim."Yol al" dedim.
"Tabii, kardeşim tabii"dedi geri geri gitmeye başladı. Pek de ürkmüş veya sinirlenmiş gibi çıkmadı sesi, her şeyden çok, merakı uyanmış gibiydi.
"Ama şu şeye hakim olsan iyi edersin kardeşim.Hakim ol ona."
Sonra da dönüp tren raylarına doğru yürümeye başladı.
Ben de biraz iğrenerek, biraz da titrek bir halde onu izledim...
Biz tuhaf bir dünyada yaşıyoruz, evlat, acayip bir uygarlık. Burada dolandırıcı rolünü polisler üstlenir, onların görevini de dolandırıcılar yapar. Siyasetçiler vaizdir, vaizler de siyasetçi. Vergi tahsildarları o tahsilatı kendi ceplerine indirir. 'Kötü insanlar' bizim daha çok paramız olsun istiyor, ' iyi insanlar' sa bizi bundan mahrum etmeye çalışıyor. Bozuyor bizi, anlatabiliyor muyum? Hepimiz yemek istediğimiz her şeye sahip olsaydık, çok sıçardık.
''Önceden unutmuştum, o an bir daha unuttum. Yaşamaya devam etmek için unutulması farz olan şeyler vardır. Üstelik unutmayı her nedense gerçekten istiyordum; hiç istemediğim kadar. Güzel Tanrım biz insanlarda bir hata yaptıysa, o da bize, en ufak bahanemiz olduğu anda yaşamayı istetmesidir.''