"Filler hikayesi gibi bu memleket. File dokunan körler hayvanın neresini ellerse öyle tanımlar ellediklerini. Bu, hayvanın dokunduğun yerine göre bir balta sapı olabilir halbuki tenasül organıdır. Hortumunu okşarsın nargile olur, kulaklarını ellersin yelpaze sanırsın. Fili okşayan körlerin hiçbiri anlayamaz neye benzediğini hayvanın. İşte biz de tüm şu olup bitenlere fili elleriyle yoklayan körler gibi bakıyoruz çocuk."
Ah İstanbul; yedi tepesi oynak fahişe, eski bir ozanın da dediği gibi, sen kanla yazılmış ve ancak kan ile çözülebilecek bir meseleler yığınıydın, dün, bugün ve yarın da öyle kalacaksın...
Yıllar geçmişti ve uzun saçlı, uzun sakallı halimle karşısına çıkıyordum.
İşte, Nazmiye teyzem, tüm uhreviyatını simgeleyen kara çarşafının arasında gülümseyen yüzüyle tam karşımdaydı. Kollarımı iki yana açıp 'teyzeciğim benim!' diye ona doğru ilerledim.
'Ya Rabbi' dedi yüzünü peçeyle kapatarak...
Son anda yüzündeki gülümseyişin birdenbire sönümlenmiş olduğunu fark edebildim...
'Sana ne olmuş böyle...' dedi hayal kırıklığıyla...
'Seni rüyamda görmüştüm halbuki, böyle değildin... yüzünde nur vardı...'
Ellerim iki yanda kalıverdi öyle.
'Teyzeciğim....' dedim. 'Ben hala nur yüzlüyüm'
İçimdeki dinsellikten koca bir parça işte o anda kopup yitti sanki.
Bu şekilcilik, bu yüzeysellik, benim ait olabileceğim bir inanç sistemi olamazdı.
Dünyanın en geri zekalı uygulaması dışarıda sosyal hayatın kısıtlanması olabilir mi? Kadın ile erkeğin yan yana gelmesine tahammül edilemeyen bir toplumsal yapı. Memleketi bir bok çukuruna dönüştürmek istiyorlar.