" yaşam bir evrimdir. Biz ise bu evrimin bir dönemine 'biçim' dediğimiz sabit bir bakış açısıyla yoğunlaşıyoruz. Ve değişim, algımızın şanslı ataletinin üstesinden gelecek kadar dikkate alınabilir hale geldiğinde, işte biz o zaman bedenimiz biçimini değiştirdi diyoruz. Ama gerçekte beden her an biçim değiştirmektedir. Daha doğrusu biçim diye bir şey yoktur, çünkü biçim demek hareketsizlik demektir, gerçeklik ise harekettir."
Henri Bergson
“Sinematografik imgenin kendisi hareketi yaptığı için, diğer sanatların talep etmede
(ya da söylemekte) sınırlandığı şeyi yaptığı için, sinematografik imge, diğer sanatlarda
özsel olan şeyi bir araya getirir; onu miras olarak alır, o sanki çeşitli imgelerin
kullanımı için yönler sağlar, yalnızca imkan olan şeyi potansiyel hale dönüştürür.”
Deleuze, bu açıklamasıyla dış dünyayı doğrudan doğruya veren sinema sanatında temel rolün harekete düştüğünü ortaya koymakta ve diğer sanatlarda imge, hareketsiz bir konumda olduğundan bu sanatların aslında sinematografik imgeye ulaşmayı nihai bir amaç olarak gördüklerini ima etmektedir.Sinema, otomatik hareketi sunmakla diğer sanatlardan (özellikle fotoğraf ve resimden) farklı bir
anlatıma ulaşmıştır. Otomatik hareket bizde ‘tinsel bir otomat’a (spiritual automat) ve bu tinsel otomat da yeni bir düşünsel perspektife yol açmıştır. Tinsel otomat felsefede olduğu gibi düşüncelerin birbirinden mantıksal olarak çıkarsanmasına değil, düşüncelerin hareket imgesi aracılığıyla bir ilişkiye girmesine
işaret eder. İşte sinemanın özgünlüğünü de bu bağlamda ele almak gerekir.
Fotoğrafın resme göre yeniliği, dış dünyayı
nesnel bir açıdan sunabilme özelliğine sahip olmasıdır. Fotoğrafla birlikte, insanın yaratıcı bakışından süzülerek ortaya çıkan öznellik tamamen devre dışı kalmış oluyordu. Fotoğrafta, fotoğrafçı sadece
sunmayı düşündüğü nesne ya da olayın seçimini, çerçevesini ve nasıl sunulacağını belirlemede
İnsanın maddi hayatının ve teknik dünyasının kısa sürede gelişmesi ve bu tekniğin ona yeni olanaklar
sunması, insanın ölüme meydan okumasının da farklı bir biçime bürünmesine neden olur. İşte bu süreçle
Bazin, XIV Louis'in kendini mumyalatma yerine, Lebrun tarafından portresinin yapılmasıyla yetinmesi noktasına dikkat çeker. Bu yeni durumla, mumyalamadaki gibi bizzat modelin fiziksel bedeninin
saklanmasının yerini model ve bu modeli çağrıştıran portre almıştır. Daha sonra model ve portre özdeşliğine dayanan inanç ortadan kalkmış, bunun yerini modeli çağrıştıran portre ve portrenin şimdiki zaman diliminde otonom bir imge dünyasındaki varlığı almıştır.
Bazin’e göre, bu tarihsel değişim sürecinde resmin ve fotoğrafın sinemadaki konumlanışı, geçen yüzyılın sonlarına doğru fotoğrafla birlikte resimdeki sarsıntıyı gözler önüne sermektedir. Ona göre, resimdeki ‘perspektif bizi fotoğrafa götüren yol olmuştur. Çünkü ilk kez perspektifle birlikte üç boyutlu
bir tasarım ortaya koymak mümkün olmuştur. Başka bir deyişle, nesneleri çıplak gözün onları gördüğü şekilde tabloda konumlandırmak mümkündür.
Ama yine de,
“resim aslında bizi yanılsamaya götürmeğe çabalıyor ve bu yanılsama da sanata yetiyordu; oysa fotoğraf ile sinema gerçeklik tutkusunu doğrudan doğruya özünde ve kesinlikle karşılayan buluşlardı”