General Antranik'in karargâhina gittik. Karargâh, ufak bir ev, çevresinde on beş kişi kadar adamı var. General hasta, yatıyordu. Bizi yatakta iken kabul etti. Elini sıktım:
- Geçmiş olsun General! dedim.
Nezaketle, hafifçe gülümseyerek:
Mersi! dedi. Sonra, aramızda şöyle bir konuşma oldu:
- Bundan sonra savaşa devam edecek misiniz?
Güldü: - Ne kaldı ki savaşacağız? Mustafa Kemal, koca bir orduyu ezdi! Artık ne savaş kaldı, ne bir şey! Başımızın çaresine bakmalıyız!..
- Siz, eli, kolu bağlı adama kurşun atmaya alışmışsınız! Kahpeler! Yakında, hem de çok yakında göreceğiniz var: Mustafa Kemal, ordusuyla tepenize binecek!
Öldükten sonra dirilmiş bir insan gibiydim!.. Kulaklarıma inanamıyordum. Bir idam mahkûmunun ölümü beklerken duyduğu heyecanı tamamen duymuştum. Ölümle kucak kucağa gelmiş, sonra tekrar hayata kavuşmuştum... Fakat, geçirdiğim heyecanın bana, kurşunu beynime yemekten daha güç geldiğini söylersem, asla abartmış olmam!..
İşte okuyucularım, yüzlerce casusluk kitabını, maceralarını okuyunuz, benim başıma gelen bu olayın bir eşine rastlayamazsınız! Eğer düşman polisi tarafından bulunup yakalansaydım, hiç üzülmezdim. Çünkü, ne de olsa düşmandır, insana rahmet okumaz! Fakat böyle, dost, arkadaş, kendi milletinden, kendi vatanından, hatta Kuva-yi Milliyye içinden bir kumandan tarafından -ki, benim de kumandanlarımdan sayılabilirdi- ele verilmem, insanlık ve vatandaşlık adına yüz kızartacak bir şeydi..
- Aman, Mister Herri, dedi, sakın bana da âşık olmayınız!..
- Gülmeyiniz matmazel, dedim. İnsan yaradılışı gereği çok tuhaftır. Ne sevmek, ne de sevmemek elimizdedir. Eğer sizi seversem, bu benim kabahatim olmaz.