Kendinize gelin, uyanın. Daha açık söyleyeyim; insanları öteki dünyanın cezalarıyla korkutmazsak, hayatın zorluklarına katlanmaları için yüreklendirmezsek, bu dünyada süngü, yumruk, tepelemekle yıldırmazsak, yarın başımız belada demektir.
Kültürel, bilimsel ve sosyal hiçbir faaliyette aklımızı kullanmıyoruz. Sanatımız çanak çömlek yapmak, kurumlarımız nuh nebiden kalma, felsefemiz şüpheler, hatalar üstüne tartışmak, yemeğimiz ciğer tava. Ne zevk var, ne sanat, ne de mutluluk. Hep hırsızlık, hep üçkağıtçılık, hep ağıt yakma. Kokuşup parçalanıyoruz. Sufisiyle, dervişiyle, yaşlısıyla, genciyle, esnafıyla, dilencisiyle hepimiz para ve makamın büyüsüne kapılmışız; hem de en utanç verici ve çirkin şekliyle.
Yaşamak acayip bir şey; ticari malmış gibi yapışmış bize; yakamızı bırakmıyor. Nedendir bilmem; şu canlılar günlük yaşıyor ve yarını düşünmüyorlar. Hiçbir şeyi depolamıyorlar; beklentileri de yok.
Mollanın eline bir testere geçecek olsa, testerenin dişleri birbirini yer, derler. Dünyadaki bunca suç, bunca katliam, bunca yağma din adına yapıldı, yapılıyor da.
İtikat, din, ahlak, bunların hepsi laf salatası. Ama takiye yapmak gerek. Çünkü halk için önemlidir. İnsanlara itikat gerek; yular takmak lazım onlara. Yoksa toplum dediğin bir engerek yuvasıdır; nereye elini soksan; sokarlar. İnsanlar itaatkar, kaza ve kadere itikatlı olmalı ki sırtlarında güven içinde iş yapmak mümkün olsun.
Hacı dine diyanete inanırdı. Öte taraftan kim geriye gelebilmiş? Eğer hakikat payı varsa! gibi sözleri kendi kendine söylese de, tıpkı siyasi görüşlerinde olduğu gibi ahiret fikrine de belli belirsiz bir inancı vardı. Hac, namaz ve oruç parayla satın alabilen şeyler değil miydi? Demek ki her kimin parası varsa, iki dünya saadeti de onun için var demekti. Buna karşılık, dini diğer insanlar için gerekli bir şey olarak görürdü. İnsanların içine girdiği vakit takkiye yapar, başka bir maske takınırdı.