Sinisa Malesevic

Sinisa MalesevicEtnik Sosyoloji yazarı
Yazar
8.0/10
1 Kişi
9
Okunma
0
Beğeni
359
Görüntülenme

Sinisa Malesevic Sözleri ve Alıntıları

Sinisa Malesevic sözleri ve alıntılarını, Sinisa Malesevic kitap alıntılarını, Sinisa Malesevic en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Adalet, eşitlik ve kardeşlik diline sinmiş ve “gerçek” üzerindeki tekelle desteklenen modern ideolojik anlatılar başlangıçta imkânsız görünen bir şeyi meşrulaştırma ve duruma göre ayarlamakta ustadır: insanların özgürlüğü adına binlerce Fransız devrimcisini giyotinden geçirmek, emekçi eşitliğini savunurken milyonlarca Sovyet işçisini gulaglara göndermek, liberal demokrasi adına yüz binlerce Japon sivilin üstüne nükleer bomba atmak ya da çağdaş Afganistan, Pakistan veya Irak'ta ümmetin evrensel kardeşliği için dua eden binlerce Müslüman insanı öldürmek. Tek tek insan hayatı ilkesel olarak kutsal olsa da işin ucunda ideolojik amaçlar olduğunda hiçbir bedel yüksek olmuyor:
Soykırımın modern zamanlara ait bir fenomen olması tarihi bir rastlantı değildir çünkü kültürel farklılığını temel alarak herhangi bir halk kesiminin tamamını sistematik bir biçimde yok etmek isteyen her girişim hem modern toplumsal örgütlenme hem de modern ideolojinin var olmasını gerektirir. Çağdaş insanlar kendilerinin dışarıdan kontrollerle daha az kısıtlanmış ve tarihi seleflerinden önemli oranda daha özgür olduğunu düşünmeye meyilli olsa da modern devletlerin örgütsel ve ideolojik güçlerindeki artış aksini gösteriyor.
Reklam
Fransız ve Amerikan Devrimlerinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve mutluluk arayışı gibi temel fikirleri bugün o kadar bariz ve tartışmasız görünüyor ki neredeyse evrensel olarak kabul edilmelerini mantıksal ve ahlaki cazibelerinden daha çok Fransız ve Amerikan ordularının süngü ve toplarına borçlu oldukları genelde unutuluyor. Aydınlanmanın bu değerleri aslen şiddet içeren devrimci kalkışmalarla ve dolayısıyla anında tutarsız kılınarak kurumsallaşmakla kalmamış bu devrimler dünyanın kalanına bu fikirleri savaşmayla empoze etme görevini de kendi üstlerine aldıkları için daha vahşi sonuçlara neden olmuştur. Yeni Fransız Cumhuriyeti Vendee ve Brittany'deki yerel karşı devrimci hareketlerin acımasızca bastırılması dâhil olmak üzere 1792den bu yana yirmi yıl neredeyse aralıksız bir şekilde devam eden savaşmaya girişirken yeni Amerikan Cumhuriyeti Kuzey Amerika'nın topraklarını fethederken en çok baskı ve savaştan yararlanmıştır.
Tarihi olarak bakarsak neredeyse evrensel olmasına rağmen, savaş oldukça geç bir gelişmedir. Savaşmayı saldırganlık ve kavgayla birleştiren yeni-Darwinci görüşler dikkate alınmasa bile çoğu sosyal bilimci ve arkeolog Paleolitik dönemin sonu ve Mezolitik dönemin başından önce savaş için uygun yapısal koşulların olmadığı konusunda hemfikirdir.
Modern çağda nefret edilen bir şey olarak algılanıyor olsa da şiddet her zaman toplumsal ve politik yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Modern devletler başarılı bir şekilde şiddeti tekelleştirmeyi ve dolayısıyla fiilen görünmez kılmayı başarmış olsa da şiddet eylemini ortadan kaldırmamışlardır. Aksine ulus-devletlerin, kendi toplumlarında olduğu kadar uluslararası jeopolitik arenada en önde gelen politik aktörlere dönüşerek modernitede edindiği muazzam gücün asıl kaynağı şiddet kontrolü üzerindeki bu büyük oranda tartışmasız tekeldir.
Başka bir diyişle ne şiddet ne de toplumsal hiyerarşiler modernitede yok olmaz: sadece dönüşürler ve daha çok meşruiyet isterler. Daha da önemlisi yaygın algının aksine modernite şiddet ve tabakalaşma arasındaki göbek bağını kesmeyi başaramamıştır. Tıpkı kendisinden önce gelenler gibi bu çağda da toplumsal eşitsizlik baskıcı örtüsünü korumaya devam eder. Fark modern dönemde ideolojinin hem şiddeti hem de tabakalaşmayı yatıştırıp dışsallaştırmaya yardımcı olduğu ve dolayisiyla onları daha az görünür kıldıği yapisal gelişmeden kaynaklanir
Reklam
Modern ulus-devlet şiddeti silmez yalnızca haricileştirerek dönüşümünü destekler. Baskıyı bürokratikleştirmek de daha rasyonel ve daha az duygusal hale gelmesi anlamına gelir. Collins (1974) modern çağdaki çoğu kolektif şiddetin bir çeşit hissizlik, tutkusuz bir zalimlik olduğunu söyler. İşkence ve mutilasyonun toplumsal hiyerarşi içinde bireyin ve grubun bir pozisyon edinip ve onu pekiştirmesi, birinin egemenliğini ve toplumsal statüsünün işaretini direnen öteki üstüne damgalamak için kullanılan ve bu sırada taraflar arasında kaçınılmaz olarak duygusal bir bağlılık ve bir dereceye kadar empatinin de olduğu geleneksel dünyadakinin aksine modern şiddet daha kişiliksizleştirilmiştir. Bir birey belli bir amaca ulaşmada bir engel oluşturduğu için şiddete maruz kalır. Modern ordunun resmiyeti ve kişiliksizliği azami hissizliğe olanak sağlar; görev ve sorumlulukların düzenlenmiş yetkisi, bürokratik makinesinin hiyerarşik ve bölünmüş örgütsel yapısı ve kurbanlarına karşı kişisel tarafsızlık, duygusuz zalimlik için ideal bir ortam yaratır.
Modern bürokrasi devasa insan gruplarını boyun eğdirmeyi başarmada iyi olmasının yanında sorumluluğun kurumsal olarak bölümlendirilmesi genel ahlaki evreni çözündürüp toplumsal faili görünmez kılarak mikro düzeyde grup için dayanışma bağlarını kırmakta daha da iyidir. Bireyin ahlaki sorumluluk duygusunun bürokratik çalışmayla ve kurallara tamı tamına uymayla saf dışı bırakıldığı “Eichmann sendromu”bu anlamda yalnızca gelişmiş toplumsal örgütlenmenin modem çağında gerçekten mümkündür. Yönetim aygıtının araçsal rasyonalitesi bu yolla ahlakı kurumsal verimliliğe dönüştürür. Benzer şekilde askeri bürokratik makine modern bir fabrikadaki verimlilik ve üretkenlik ilkelerini uygulayıp buna uygun şekilde değerlendirir. Caputo (1977: 160) bunu Vietnam Savaşı bağlamında oldukça iyi açıklar: “Vietnamdaki birimin performansının boyutları kat ettiği mesafe veya kazandığı zafer sayısı değil, öldürdüğü düşman askeri (ceset sayısı) adedi ve bu sayı ile kendi ölen asker sayısı arasındaki orandır (ölüm oranı)”.
Çoğu pre-modern yönetim politik gücü askeri kudretten ve yeri geldiğinde proto-ideolojik onaylamadan üretse de modern toplumsal düzenler, seleflerinin aksine, hem kendi topraklarının her noktasında baskıcı gücünü dayatabilmeleri hem de ideolojik olarak seferber edip bu gücü meşrulaştırabilmeleri anlamında farklıdırlar. Geleneksel yöneticileri ellerinde geniş toprak kuşaklarını kontrol etmek için örgütsel araçları olmaksızın yerel itibar sahiplerinin desteğine güvenmek zorunda kalırken modern ulus-devletler kendi sınırları içinde bütün temel şiddet araçlarını tekelleştirebilen bürokratik makinelerdir. Benzer şekilde pre modern güç sahipleri hiyerarşik olarak bölünmüş ve kultürel olarak türlü eğitimsiz, evrensel eşitlikle ilgili herhangi bir fikirden yoksun köylüye hükmederken modern ulus devletler bütün yurttaşlarının aynı, ilkesel olarak eşitlıkçi ve kilit unsurlardan, kültürel olarak homojen olan ulusun üyeleri olduğuna dair yaygın ortak inançtan meşruiyet devşirir.
Festinger'ın (1957) bilişsel uyumsuzluğundan farklı olarak bu, şu soruya bir cevap gerektiren gerçek ontolojik bir uyumsuzluktur: İnsanların öldürülmesinden nefret ederken aynı zamanda muazzam ölçekte yaşanan ölümleri hoş görüp üstüne de örtük bir şekilde savunmak nasıl mümkün olabiliyor? Bunun (yalnızca) ahlaki değil, öncelikli olarak sosyolojik bir cevap isteyen sosyolojik bir soru olduğunu vurgulamak önemli. Bu bulmacanın basit tek bir cevabı olmamasına rağmen cevabın çoğu moderniteyle ortaya çıkan örgütsel ve ideolojik güçler arasındaki özel yapısal etkileşimde bulunabilir. Durmadan artan şiddetin toplumsal örgütlenmesi ve modern ideolojilerin tomurcuklanması bu ontolojik çelişkinin omurgasıdır.
Reklam
Rustow'un da öngördüğü gibi eski kolonyal güçlerin (fetheden devletler) içten pasifize olup çok gelişmiş olanların (kültür devletleri) genelde savaşı dünyanın daha fakir yerlerine zararına ihraç ettiğini (süperkatmanlaşma) gösteriyor. Bu çalışmalar yeni şiddet çatışmalarını Güneydeki hâlihazırda zayıf devletlerin temellerini sarsan azgın ekonomik İiberalleştirmeden kaynaklanan talancı savaşlar olarak gördükleri için Rustow'un fikirlerini doğruladıkları söylenebilir. Bauman ve Kaldor gibi “yeni-savaşlar” paradigmasının önde gelen savunucuları dolaylı olarak Rustow'un fikirleri üzerinden ilerlemişlerdir çünkü küreselleşmeyi eninde sonunda, kimlik politikalarını kullanarak terörü yayan ve devlet yapılarından kalanları kontrol eden silahlanmış savaş lordlarının olduğu Machiavelci bir ortam yaratacak kırılma anına öncülük eden bir güç olarak algılıyorlar (Kaldor 2001; Bauman 2003),
Savaşın ve şiddetin yaygın temsilleri aynı anda her yerde olabilme ve kaçınılmazlık özelliğini vurgulamaya eğilimlidir. Ortaokul tarih ders kitaplarından Hollywood'un gişe rekortmenlerine kadar savaşmak insan türünün ortaya çıkışının bile öncesine dayanan, doğuştan gelen ve eski çağlara özgü bir fenomen olarak tasvir edilmiştir. Bir eleştirmenin sözlerinde savaş “insanlığın kendisi kadar ya da ondan daha yaşlı” (Low 1993: 13) olarak tanımlanmıştır. Yine de ne savaş ne de şiddet insanlara doğal yollardan gelmemiştir. Öldürme, ölme ve diğer şiddet eylemleri üzerine on yıllardır yapılan araştırmalar türümüzün şiddet kullanımında iyi olmadığı gibi psikolojik olarak da huzursuz edici olduğunu göstermiştir (Holmes 1985; Grossman 1996; Bourke 2000; Collins 2008). İnsanlar genel olarak şiddet eylemlerinden kaçınmaya eğilimli olmakla kalmaz (çoğu mikro düzeydeki kavgalar kabadayılık taslamaktan öteye geçmez), ayrıca Hobbesçu, herkesin herkese karşı savaşma imgesi de deneysel olarak imkânsızdır (Collins 2008). Şiddetin sıklıkla kaotik, bulaşıcı ve genelde doğaçlama olduğuna dair yaygın kanıya rağmen çoğu şiddet eylemi azımsanamayacak düzeyde bir örgütlenme gerektirir. Üstelik savaşma insanın varolusunun ilkel ve icsel bir özelliği degil, tarih sahnesine oldukca geç çikmiş bir kurumdur.
Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca sosyolojideki eli teorinin kilit temsilcileri olarak tanınsa da şiddet ve sav, üzerine yaptıkları incelemelere yeterince özen gösterilmemiştir. Her ikisi de tarihi, örgütlü bir azınlığın örgütsüz çoğunluk üzerindeki süreğen egemenliği anlamında yorumlayıp bu süreçte baskının göz ardı edilemeyecek rolünü vurgulamıştır. Açıklamak gerekirse ikisi de bütün toplumsal ve politik düzenlerde elitin egemenliğini güvence altını alan iki temel ve birbirine bağlı unsur olduğunu söylerler ideoloji ve güç. Pareto'nun (1935) elitlerin sirkülasyonu teorisinde eski yöneticilerin çöküşü, sıradan kitleler arasından çıkan yeni elitin yükselmesi ve dolayısıyla tarihinin “aristokrasilerin mezarlığı”na çevrilmesiyle dengelenmiştir. Yine de kökeni ne olursa olsun her elit gücü edinmek ve elinde tutmak için ideolojik hegemonyaya (“türevler”) ve dahası güç kullanmaya yaslanmak zorundadır.
A. Hobson ve Lenin'den Wallerstein'ın dünya sistemi modeline kadar kolonyalizmin geleneksel yorumları ağırlıklı olarak emperyal güçlerin ekonomik çıkarlarına odaklanmış olsa da on dokuzuncu yüzyılın sonu Avrupa emperyalizmi birçok açıdan ekonomikten ziyade politik, ideolojik ve askeri bir olgudur. Porch'un (2005: 94) belgeleyerek ifade ettiği gibi “emperyalizm, ticaretin veya Londra, Paris, Berlin, St. Petersburg hatta Washingtondan gelen politik baskının değil, daha çok çoğunluğu asker olan periferideki insanların genelde sınırsız olan imparatorluğun sınırlarının genişlemesi için, hatta sınırlara karşı, baskı yapmıştır”. Toplumsal yaşamın Darwinist yorumlarının sürekli artan popülaritesi ile emperyal mission civilisatrice? öğretisinin birleşmesi emperyal gelişmenin ideolojik yapıştırıcısını ortaya çıkarmıştır. Her iki değer sistem de köklerini Aydınlanma mirasından alır: sivilleştirme misyonu tamamen ilkel ve sivilleşmemiş yerli taşralıları kolonyal efendilerinin modeline göre düzgün, sivilleşmiş insanlara dönüştürmekle ilgiliyken toplumsal Darwinizm buna uyum sağlamayanların ortadan kaldırılmaya mahküm olduğu bu sürecin kaçınılmazlığını ve vahşi yanını vurguluyordu
Sayfa 201Kitabı okudu
Modernite açık ve kamusal şekilde görünür eşitsizlik ve şiddet ifadelerinden büyük oranda vazgeçmiş olsa da bu çağ ayrıca hem şiddetin hem de eşitsizliklerin daha önce görülmemiş düzeyde çoğaldığı bir çağdır. Modernite yalnızca toptan savaşların, soykırımların ve şiddetli devrimlerin yaşandığı değil, dünya çapında bireyler ve gruplar arasındaki ekonomik ve toplumsal ihtilafların emsalsiz düzeydeki bir artışının da yaşandığı tarihi bir dönemdir. Örneğin günümüz küresel servet dağılımı dünyanın en zengin nüfusunun yüzde İlinin bütün küresel malvarlığının yüzde 40'ına ve diğer yüzde 9'un da kalanın yüzde 45'ine sahip olduğu keskin bir kutuplaşmayı gösteriyor. Öbür yanda ise dünya nüfusunun yüzde 505inden fazlası küresel servetin yüzde 1'ine sahiptir (Davies ve calışma arkadaşları 2006: 26). Ekonomik eşitsizliklerdeki bu tutarsızlığı daha iyi anlamak için dünyanın en zengin üç kişisinin dunyanın en fakir 48 ülkesinin bütün yerli ürünlerinin toplamindan daha değerli bir malvarliği olduğunu düsünün.(Gafar,2003:85)
47 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.