Tarih ve Toplum Dergisi

Tarih ve Toplum DergisiTarih ve Toplum Dergisi - Sayı:5 / 1984 Mayıs dergisi
Dergi
10.0/10
4 Kişi
2
Okunma
13
Beğeni
667
Görüntülenme
"Biz bugün büyük bir tarihin fihristini yazıyoruz. Öyle bir tarih ki ebediyete kadar gidecektir. " -Tunalı Hilmi Bey
Shahab Ahmed’e göre hakikat, toplumsal düzenin iki farklı katmanı etrafında kurulmuş iki farklı bilgi kuramı üzerinden farklı şekillerde telaffuz edilir. Eğitimli seçkinler, daha az eğitimli kitlelere rehberlik etmeleri için var olan kutsal metinlerin ötesindeki hakikati, kitlelere ait ve kutsal metinlerin hakikatinin geçerli olduğu kamusal alanın uzağında kalan ve sadece kendilerine mahsus mekânlarda gerçekleşen mahrem meclislerde bilim, felsefe ve tasavvufa dalarak araştırıp tartışır. Böylece seçkinlerin hakikati, kitlelerinkinden farklı olsa da, onlara açık olmayan mekânlarda dillendirildiğinden kamusal alanın dışında kalır.
Kısacası, ehl-i hal, Sünni İslâm’ın sırbozucuları (disenchanter anlamında) tarafından ‘ilm-i halin söylemsel düzleminden tedricen tasfiye edildi. Aynı zamanda, 16. yüzyılın başlarına kadar kendilerini Sünni olarak tanımlayan bazı kâşif Sufiler, aksi yönde hareket ederek, Tanrı’ya yaklaşabilmek için nefsi tasfiyeye yönelik ahlâki yükümlülüklere ağırlık verip Müslümanlığın merkezinde bulunan bazı ibadet yükümlülüklerini arka plana attılar.
Metinsel akılcılığın Osmanlı eğitim kurumlarında kurmuş olduğu egemenlik, dünyanın esrarını kaybetmesini takip edebilecek bir dünyayı gözleme dayalı olarak anlama ve anlamlandırma sürecine izin vermediği için, İslâm’ın sıryitiminden Weber’in “düşünselleşme ve akılcılaşma” adını verdiği sürecin devamına geçebilmek ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bu süreci yaşayan rakipleri tarafından yenilmesi ve akabinde bir arayışa girmesi ile mümkün olabildi.
İznikî’ye göre, kişinin yaramaz sıfatları, onun zahiri ibadetinin kabul edilmesini önler, zira Hakk ile muamele halk ile muameleye benzemez. Kişi, zahirine farz olan nesneleri yerine getirse, halk katında Müslümanlığı tamam olur. Ancak kişinin Müslümanlığının Hakk katında tamam olması için, batınına farz olan şeyleri yerine getirmesi gerekir.
17. yüzyılda siyaset sahası tedricen toplumun daha önceleri siyasetten dışlanan kesimlerine doğru açılırken, öncelikle başkent İstanbul’da oluşumu kendini hissettirmeye başlayan kamuoyu, siyasi önderlerin üzerinde düşünmeleri gereken bir şey haline gelmiştir. Bu gelişmeyi en güzel örnekleyen yeniliklerden biri, Osmanlı sultanlarının şehzadelerine hoca olarak istikbal vaat eden müderrisler yerine camilerde isimlerini duyurmuş hatipleri seçmeye başlamalarıdır.
Ayfer Karakaya-Stump’ın “ortodoksi-heterodoksi karşıtlığı yerine, müteşerri veya şeriat-merkezli İslâm ile mistik/batıni İslâm farklılaşması” üzerinde durması da korkarım meseleye doyurucu bir çözüm getirmiyor, zira “fıkıh konularında maharetli” gibi bir anlamı olan “müteşerri” sıfatını sadece Kadızadeliler için kullanırsak, onların karşıtlarının, örneğin Halvetilerin, şeriata önem vermediklerini ima etmiş oluruz ki, zamanın Halvetilerinin böyle düşündüğünü sanmıyorum.
[Akhisarlı Rumi'ye göre,] Türkçe “Tanrı bir, Peygamber hakdur,” deseler de, eğer Tanrı’nın nasıl birleneceğini ya da Peygamber’i nasıl bilmek gerekdiğini bilmiyorlar ise, “ol kimselerde imandan nesne bulunmaz. Ancak Müslümanlık da‘vasın kıldıkları bulunur ve Müslümanlardur diyü bunda anlara kimesne nesne dimez ve anlardan harac ve cizye almazlar lakin bunun gibi i‘tikadla âhiretde varacakları yer cehennem olacakdur”.
Şahab Ahmed’in geliştirdiği kavramları kullanarak söyleyecek olursak, Birgili, (isimlerinden biri de Hakk olan Tanrı anlamında) Gerçek’i arayanların bazılarına diğerlerine sunulmayan farklı bir kanal sunan hiyerarşik bir bilgikuramı fikrine kesinlikle karşıdır.
Metinler üzerinden inşa edilmiş dar bir akılcılığın erken modern dönemde Sünni İslâm’ın merkezinde egemenlik kurması, gönlü sırlarla dolu bir dünyada mükâşefe deneyimlerinin peşinden koşmaktan yana olan kâşif Sufilerin Sünni İslâm’ın çehresinden tamamen silindiği anlamına gelmiyor. Sufi tarikatları varlıklarını imparatorluğun sonuna kadar korumuş ve hatta Halvetîler de Mevlevîler de 17. yüzyılda Kadızadelilerin öfkesini üstlerine çekmiş olan devran ve sema ayinlerini –19. yüzyılda giderek azalarak da olsa– sürdürebilmişlerdir. Ne Sünni İslâm’ın Sufiliği zahidlikle sınırlayan (metinsel) akılcıları, ne de onların, Orta Çağlar’ın gizeme bürünmüş dünyasında ortaya çıkmış esrarlı tasavvufun Sünni İslâm’ın mecrasında yaşamını pekâlâ da sürdürebileceğine inanan mükâşefeci muhalifleri –Erdebil Sufileri müstesna– erken modern dönemde yeni bir mezhep kurmuştur.
Katolik Kilisesi gibi siyasi olarak bağımsız bir dinî yapı İslâm tarihinde hemen hiçbir zaman oluşmamıştır. Zira İslâm, Doğu Roma İmparatorluğu’nda yaşanan Ortodoks Hıristiyanlık örneğinde de olduğu gibi hemen her zaman bir siyasi otoritenin gölgesinde yaşamıştır. Osmanlıların kurduğu ilmiye teşkilatı imparatorlukta Sünni İslâm’ı temsil eden ve şeriatı yorumlayıp uygulayan kurum olarak zaman zaman padişahları tahttan indirse de son kertede padişahlık kurumunun kontrolünde kalmıştır. İşte bu nedenle Sünni İslâm’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nda Birgili ve onun takipçileri olan Kadızadelilerin itmesiyle kayan bir merkez etrafında yeniden inşa süreci –ki bu merkez kaymasına bir anlamda reformasyon da denebilir– yeni bir İslâm mezhebinde tecessüm etmemiş, aksine, İslâm tarihinde hiyerarşik yapısı ile Hıristiyanlıktaki kilise kurumuna en çok yaklaşan oluşum olan Osmanlı ilmiye teşkilatının, Terzioğlu’nun belirttiği üzere, bu kaymayı sessizce benimsemesiyle gerçekleşmiştir.
Kısacası Gazzâlî’yi okuduğumuzda, Weber’in “derviş dinî” olarak nitelendirdiği, insanı bu dünyada Tanrı ile gizemli bir birleşmenin peşinde sürükleyen tasavvuf anlayışının tarihsel karşılığını bulabiliyoruz. Ayrıca bu türden bir tasavvuf anlayışının bu dünya için yapılacak mesaiyi yerdiğini de görebiliyoruz zira Gazzâlî’nin ahlâki öğütleri bu dünyanın kötülenmesi ve fakirliğin övülmesini içeriyor.
Ancak metinsel akılcılık bazı temel ilkelerin tartışılamaz olduğu varsayımı üzerine kurulduğundan, özgürlükçü söylemler, metinsel akılcılığın egemenliğindeki eğitim kurumlarında ve o kurumlarda eğitim görüp ders veren hukukçuların düzeninden sorumlu olduğu kamusal alanda kendilerine yer bulmakta zorlanmış, gelişmeleri için, 19. yüzyılda basın faaliyetleriyle canlanan bir kamusal alanın ve akabinde metinsel akılcılıkla sınırlı olmayan bir bilgikuramından beslenen yeni eğitim kurumlarının ortaya çıkıp yerleşmeleri gerekmiştir.
Kısacası, “Kadızadeliler hareketi” denilen olgunun ortaya çıkması, şehirlerdeki toplumsallaşmanın, bir anlamda cemaat odaklı etkileşimlerden toplum odaklı etkileşimlere dönüşümünün bir simgesi, ya da Sünni İslâm’ın uğradığı sıryitimi sonucu kendi çerçevesinde akılcılaşmasının içinde gerçekleştiği toplumsal bağlamı sunan, tabiri caizse, Sufi tarikatları etrafında şekillenen Gemeinschaftlardan Sünni Müslümanlık kimliği üzerine kurulmaya çalışılan bir Gesellschaft’a geçişin işaretiydi (Sünni olmayan Müslümanlar ve kendilerini Müslüman olarak görmeyenlerin bu toplumsallaşmanın dışında bırakıldığını söylememe gerek yok sanırım). Bu geçiş, daha önceki yüzyıllarda daha çok Hıristiyan reayaya açık olan devşirme kanallarından ulaşılan askerînin çeşitli basamaklarının, Müslüman reayaya açılması, yani dar bir anlamda yönetilenleri yönetenlerden ayıran sosyo-politik engellerin kırılması sonucu yaşanan sosyal hareketlilik ile el ele gerçekleşti (dar dememin sebebi, Hıristiyan reayanın bu süreçte tedricen kapanan devşirme kanalları sonucu giderek yönetici sınıftan uzaklaşmasından).
Nesiller öncesine dayanan gelenekleri geride bırakmaya yönelik bu tutkulu çağrıda duyulan şey aslında, bir insanın kendini yeni bir tarzda yeniden yaratabilme yeteneğine olan ve bir açıdan modern diyebileceğimiz inançtı. Yeni tarzın, kadim ve zaman içinde evrilmiş bir dinî geleneğin asıl şekli olduğu iddia edilen haline bir geri dönüş olarak sunulması bizi şaşırtmamalı.