1k'nın Enis Batur tanıtım gönüllüsü olarak 3-5 kişi tarafından okunan ancak içerisinde bi dolu güzellikle yüzlerce hatta binlerce okunmayı hak eden bir eseriyle daha karşınızdayım.
Değeri bilinmeyen bir yazarımız Enis Batur. Edebî konularda değindiği birçok hususta en yetkin kalem olmasına rağmen pek bilinmiyor, okunmuyor.
Bu kitapta da genel izlek üzere belirlediği bazı konular üzerinde güzel ve değerli fikirlerini aktarmış bize.
En çok üzerinde durduğu konu, yazmak.. Yazılan her şey edebî midir, çok satma kaygısı çok okunma kaygısıyla aynı şey midir daha da önemlisi bu kaygılar edebî değeri ne ölçüde etkiler? Yazarlar neden yazar?
Yazmaktan sonra en çok okumak üzerinde durmuş. Bu da okur olarak en çok keyif aldığımız bölümler: Popüler kitaplar, çok kıymetli ama az satan kitaplar/yazarlar, okuma çeşitlemeleri, yıllara göre ve yaş almaya bağlı değişen okuma edimleri, deneyimleri...
Ve daha birçok alt başlıklar:
Bir önsöz antolojisi yapılabilir mi?
Kitap isimlerine dair bir çok malumat.
Kitap tasarımında son sözü yazar mı söylemelidir, yayımcı mı?
Yazma alet-edevatlarındaki gelişmeler
Teknolojik gelişmelerin kitap endüstrisinde sebep olduğu ve tahminen olacağı değişiklik ve gelişmeler.
Dipnotlar, derkenarlar, düzeltiler, vb..
Edebiyatla ilgilenen nitelikli okurların okumasını tavsiye ederim.
Sabahattin Ali en beğendiğim yazarlar arasında. Kişilik olarak da, yazar olarak da çok muhteşem bir şahsiyet.
Birtakım zorlu süreçlerden geçmesi, sevdiği kadından ayrı kalmasına neden olmuş. Hatta çocuğu Filiz'in büyüdüğü dönemlerde de ondan ayrı kalmak zorunda kalmış.
Kızı Filiz Alinin verilerine dayanarak hazırlanmış olan "Canım Aliye, Ruhum Filiz" adlı eserde, eşine ve çocuğuna yazdığı mektupların günümüz Türkçesine çevrilmiş halini okuyoruz.
Yazarlar beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadılar. Bence yazarlar son derece çekici insanlardır. Beni hayal kırıklığına uğratan onların yapıtlarıdır.
Bir grup, mescid, medrese, misafirhane, köprü, havuz ve insanların gözlerine hitâb edecek şeyler yapmaya düşkündür. İsim ve şöhretlerini ebedileştirerek, öldükten sonra da eserlerinin devam etmesi için onların üzerlerine isimlerini tuğla ile yazarlar ve bununla mağfireti hak ettiklerini sanarlar; fakat iki yönden aldanıyorlar:
Birincisi; paralarını zulüm, şüpheli yollar, rüşvet ve haram yerlerden kazanmışlar. Kazanırken Allah'ın gazabına maruz kalmışlardır. Bu şekilde Allah'a isyan ettikleri için onlara düşen, tövbe etmek ve malları, eğer yaşıyorlarsa sahiplerine, hayatta değillerse varislerine iade etmektir. Vârislerinden de hayatta olan yoksa o malları en mühim maslahatlar için sarf etmektir. Belki en önemlisi, fakirlere dağıtmaktır. Hal böyle olunca, binalar yapıp, ölünce de onları terketmenin ne faydası olabilir ki? Ancak riya, şöhret ve kendinden söz ediliyor olmasının verdiği zevk bunları mağlup etmiştir.
İkinci yön ise; bağışta bulunmakla ve binaları yüksek yüksek yapmakla, kendilerini ihlás sahibi görerek, hayrı amaçladıklarını zannetmeleridir. Böyle bir zengine fakir bir kişiye bir dînâr vermesi teklif edilse nefsi buna razı olmaz, çünkü içinde, yaptığı hayırla övülme sevgisi yer etmiştir.
Braudel, Avrupa kentlerini anlattığı kitabında (Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm) İslâm şehirlerinin düzensiz, pis, yazın tozlu kışın çamurlu sokaklan olan yerler olduğunu yazdı. Ona göre bu şehirler ancak siyasî olarak bağımsızlaştıkları dönemlerde (İslâm toplumunun kargaşalarla parçalandığı anlarda) Avrupa'daki kentlere benzemişlerdir. Bu yazarlar Batı dışında başka bir hayat kurulabileceğini ve bu hayatın dinamiklerinin teşekkülünün farklı olabileceğini kabul etmiyorlardı.