Ama vahim olayların olağan sayıldığı veya tersine olağan sayılması gereken olayların vahim telâkki edilebildiği bir ülkede yaşıyorsanız, orada artık başka çeşitten bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza hükmetmek gerekir: orada artık vehametin anlamını yitirdiğini, ölçülerin alt üst ya da ters yüz edilmiş durumda olduğunu bizi kabule zorlayan farklı gerçeklikler var demektir.
2.kısım
Anlam sorunu
Hayatın anlamı nedir?" sorusu neredeyse her sözcüğü so- runsal olan ender sorulardan biridir. Bu, son sözcük için de ge- çerlidir, çünkü dünya genelinde dini inancı olan sayısız insan için hayatın anlamı bir "ne?" değil, "kim?" sorusudur. Kendini işine adamış bir Nazi, Adolf Hitler'in
Epikür'ün ben yaşarken ölüm yoktur, öldükten sonra da ben yok olurum, dolayısıyla hayatta olan birinin ölümle temas etme imkânı mevcut değildir, mealinde aktarabileceğimiz düşüncesi aslında kendini aldatmaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü biz farkında olmasak da ölümle temas halindeyiz, çünkü yaşıyoruz ve hayatın bir anlamı varbulunuyorsa bu anlam ancak ölümle bir değer kazanıyor. (…) Bir şeyi değerli kılan onun nedret hâlinde(nadir) oluşu keyfiyetidir. Bu yüzden hayata değerini ve anlamını veren olgunun ölüm olduğunu söyleyebiliyoruz.
"Bir gerçeklik,insan tarafından ifade alanına taşındığında, artık kendisi olmaktan çıkıyor./.../ İnsan, gerçeği,hiçbir surette neyse o olarak algılayamıyor,onu ancak,kültürünün adesesinden bakarak algılıyor."
Bir eleştirmeci acaba öznel beğenisine râm olarak mı yargılarını temellendirmiştir, yoksa kendi öznel beğenisini aşma ferasetini ve basiretini gösterebilmekte midir?
Gene Faulkner'ın dediği gibi aşkı değil de şehveti anlatmak kolaydır; ruhun meselelerini değil, fakat guddenin ilcalarını anlatmak da kolaydır. Ama bunların anlatımı hiçbir evrensel kemiğe işlemez.
London'ın bazı romanlarında anlatılan kurtlara, köpeklere dair öyküler, ancak o köpeklerle insanların ilişkisi açısından anlam taşır, yoksa köpeğin ya da kurdun bir başına bir hayvan olarak bir öyküsünün bulunması imkânsız bir şeydir.
Nuri Pakdil'i ise uzun yıllar bir arada bulunmamıza rağmen yazı yazarken hiç görmedim, çünkü kitap okumak da, yazı yazmak da onun için özel bir ritüel sayılırdı. Kitap okumak için bile elbisesini giymekten başka kravatını da kuşanır, masanın başına öyle otururdu.
Dostoyevski'nin çala kalem yazdığı, dahası bazı cümlelerinin gramere uymadığı söylenir. Ama onun yazılarındaki "ruh" ortadadır. Ama öyle yazılarla, yazarlarla karşılaşılabilir ki, düzeltilebilecek tek kelime bulamazsınız; buna rağmen yazı ruhsuzdur, özentidir.
Eğer yazılan şeyin bir ruhu varsa, o, her halükârda kendini belli eder, ortaya çıkar. Eğer öyle bir ruh yoksa üstünde özenilmiş olsa bile, özenme özenti olarak sırıtır.
Bir kere daha söylüyorum, eğer yazı bir kereliğine olsun hedefine ulaşabilmiş olsaydı, yeniden ve yeniden yazma isteği bir yazarı nasıl olur da dürtükleyebilirdi? O bırakılmışlık ve ulaşılmamışlık hali değil midir, yazarı durmamacasına yazmaya sevk eden? Onu rahat bırakmayan?
Kaynağından kopmuş bir kültür ve kültüründen kopmuş bir edebiyatın, kendi aslî egemenlik referansını da yitirmiş olması bakımından, bir köle edebiyatı derekesine indirgenmiş olacağını ifade ediyoruz. Köle edebiyatı, bu haliyle herhangi bir kişilik sahibi bulunmaktan mahrumdur. Onun, bir isyanı yansıtması hali bile, ancak köle isyanı olarak değerlendirilebilir.