Küçükken oturduğumuz mahalle büyük bir mezarlıkla iç içeydi. Dolayısıyla mezarlığa, mezar taşlarına, mezarlık ağaçlarına ister istemez ayrı bir ilgi, alaka duymaya başladım.
Sonraları tarihi mezarlıkları, lahitleri, o taşların sanatını, ihtişamını görünce ilgim ve merakım giderek arttı. Öyle akademik bir bilgim yoktu ama karşılarına geçip o taşları seyretmek, tefekkür etmek hoşuma gidiyordu. Beni alıp bambaşka yerlere götürüyordu.
Daha sonraları, bendeki anlam veremediğim bu hissiyatı merhum Yahyâ Kemâl'in şu tesbitinde buldum: “Kırık bir mezar taşına, kırk bohçaya sarılı sakal-ı şerîf gibi sahip çıkmazsak, ne din kalır, ne millet ne de memleket!..”
Evet, o zaman daha iyi anlamıştım işin ehemmiyetini ve hissettiğim duyguları. Ama bazen; "keşke anlamasaydım" diyorum. Öyle hayranlıkla, uzaktan uzağa çocuksu bir hissiyatla baksaydım o sanat eserlerine ve mutlulukla karışık, anlam veremediğim o hülyalara dalmaya devam etseydim. Bilmenin ve görmenin ağır yükünü taşımasaydım.
Koca bir millet, koca bir memleket, koca bir sanat, koca bir tarih ve bugün bu kadar duyarsızlaşmış, katı kesilmiş, gözünü hırs bürümüş milletimiz.... Ne yazık ki iç içeler. Tıpkı çocukluğumun geçtiği mezarlıkla iç içe olan o mahalle gibi; yaşamla ölümün iç içe olması gibi. Cehaletle ilmin, sanatla tekdüzeliğin, tefekkürle akılsızlığın iç içe olması gibi... Ne diyelim; ne idik, ne olduk...