Bu mektuplar aslında sanadır sevgili arkadaşım.
Adını bile bilmediğim sana.
Öylesine yakından ve derinden tanıyoruz ki
birbirimizi,
öylesine ortak bir umut ve bilinçle paylaşıyoruz ki yeryüzünü,
yaşama öylesine inanıyoruz ki,
adını bilmesem ne çıkar?
Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler? Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa? Niçin bu kadar ölü var? Niçin bu kadar çok deniz setleri? Ve niçin bu kadar çok unutmak istediğimiz şey var?
Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans'ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
Onat Kutlar 80 darbesi sonrasında cezaevlerine kapatılarak işkence gören, ağır cezalar alan insanlara toplumun suskun kalmalarını onlara verilen en büyük ceza olarak görür. Bu suskunluğa "bir alçakgönüllü başkaldırı" olarak adlandırdığı mektupları iki yıl boyunca bir sanat dergisinde kendisine ayrılan köşede yazar. Alıcıların isimlerini
Sabahattin Ali "AIdırma gönül" demişti, Orhan Selim'in aslı da "Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir!" Demek ki kalın duvarların ardında insan böyle ayakta kalıyordu. Hep bir umut vardı, hep bir direnç. Yaşamın gölgesi hep insanın üstündeydi.