“Nevşehir Cezaevi’nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayak ucuma çeker, ayaklarımı altına sokar, uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım.” Yılmaz Güney (Pütün) tam da bu şekilde özetliyor eserini.
1972 Orhan Kemal Roman Ödülü’ne layık görülmüş olan bu harikulade kitap; hayatın gerçeklerini, gerçeklerin geniz yakan ve yutkunma gereği hissettiren o acılığını, varlık ve yokluk arasındaki o uçurumu uzun uzadıya, üstelik insanın yüzüne bir tokat gibi çarparak anlatıyor!
Kitabın son sayfasına geldiğinde insan kendinden utanmaya başlıyor. İstek ve arzularının ne kadar boş, ne kadar kendini bilmez ve ne denli doyumsuz olduğunu fark ederek bunca zaman aklından geçirdikleri için isyan ediyor. Arkadaşlığın, dostluğun, sevginin, tutkunun ve bu bağlamda insan karakterinde varolan hırsın ne denli güçlü duygular olduğunu anlatıyor bu kitap.
Gerçeklerle yüzleşirken adeta dayak yemiş gibi olacaksınız, yumruklarınızı ve dişlerinizi sıkın. Zira siz evinizde uzanıp yahut kahvenizi alıp otururken okuyacak olduğunuz böylesi bir eser, size bu devasa dünyadaki benliğinizi ve o devasa büyüklükteki egonuzu sorgulatacak..