Kitap mı okudum, savaşa mı girdim bilmiyorum.
Aytmatov’a olan hayranlığımı, sevgimi arttırdı bu eser çünkü hikayeyi okumuyorsunuz, yaşıyorsunuz. Merhametiniz, vicdanınız, sevginiz, öfkeniz hepsi ortaya dökülüveriyor. Oldukça akıcı, merak uyandırıcı bir o kadar da ürkütücü. “Lütfen daha fazla üzülmesin şu çocuk” diye diye okudum. Ama her şey istediğimiz gibi olmuyor işte. Neyse...
Sayfa 163’ten sonrasında yazarın hikaye üzerine açıklamaları bulunuyor, eleştirilere cevap niteliğinde ve şöyle demiş bir yerde “Doğru sanat, insanı derin dişüncelere de sürüklemeli, insanı sarsmalı, insanda acıma duygusu uyandırmalı, kötüğü protesto etmeli, insanı üzmelidir.” Bu görüşe katılanlar için söyleyebilirim ki bu eser “doğru sanat” adına en güzel örneklerden biridir.. Çünkü naçizane bir okur olarak, cânım “çocuk”a ayrı, Mümin dedeme ayrı, Bekey teyzeye ayrı güzelim hayvanlara, ağaçlara ayrı üzüldüm. Hepsine ayrı ayrı kıyamadım. Nineye ayrı, Orozkul enişteye ayrı, “çocuk”un kör olasıca ana-babasına ayrı kızdım, saydım durdum.
Yine hikaye üzerine olan açıklamasında sayfa 167’de yazar ana karakteri için şunları söylüyor “Çocuk, okuyucunun yüreğinde kendine bir sığınak bulursa bu onun gücü olacaktır.” Ben de yine naçizane bir okur olarak diyorum ki; “Çocuk”.. Aklımda, yüreğimde yer edinen, sevgisi bitmeyecek olanlar arasına hoş geldin.