“Aşk imiş her ne var âlemde, İlm bir kıyl-ü kâl imiş ancak.”
İnsanoğlunun muğlak bir varlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Olmasa bile olması gerekirdi de bana göre. “Anlaşılmak kendini satmaktır.(F.P.)” Bizi anlaşılmaz kılan çok şey var. Ama öyle bir şey var ki her yerde her şekilde karşımıza çıkabiliyor. İnsanın en büyük kıvılcımı: Aşk. Hayatımızı
Yıldızlı Gece, Ayçiçekleri, Çiçek Açan Badem Ağacı gibi tabloların ressamıVincent Van Gogh‘un adını duymayan kalmamıştır belki de günümüzde. Kendi tarzı ve kullandığı renklerle kalbimizde taht kuran 1853 doğumlu ressam, ne yazık ki yaşadığı dönemde anlaşılamamış. Başka birçok sanat/edebiyat insanı gibi kıymeti öldükten sonra anlaşılmış. Hal böyle
Felsefe-Düşünce başlığı altında son zamanlarda okuduğum en sığ, derinlikten en uzak, çelişkilerle dolu ve maalesef yine eleştirmeye çalıştığı şeyin bilgisinden yoksun bir kitap olan
“Şeyh babamın vefatından hemen sonra, yeni şeyhin kim olacağını görebilmek için rüyayı bekleyen dervişler, rüyalarında aynı gece, aynı kişiyi görüp, vaziyetin mahiyetini anlayabilmek için sabahın erken saatlerinde kapımı çaldıklarında, gece boyunca vücudumun her zerresine sirayet etmiş şarabın etkisinden henüz kurtulamamıştım.”
Tarık TUFAN’dan
Prado'un yaptığını yapmaya çalıştı: Kendini yabancı birinin gözlerinin içine sokmaya, onun bakışını kendi içinde kurmaya ve bu bakışın içinden bakarak kendi aksini kendi içine almaya. Kendisiyle bir yabancıyla, yeni tanıdığı biriyle karşılaşır gibi karşılaşmaya.
....
Hepsinin karşısında bu aynı tablo vardı; yine de, Prado'nun dediği gibi, hepsi biraz farklı görmüşlerdi, çünkü insanın dış dünyasının görünen her bir parçası biraz da iç dünyasıydı. Portekizli, hayatının bir tek dakikasında bile başkalarının gözüne göründüğü gibi olmadığına emindi; kendi dış görünüşünde -ne kadar tanıdık olsa da- kendisini tanıyamamıştı ve bu yabancılık karşısında büyük bir dehşete kapılmıştı.
Biraz zaman ayırıp da okursanız sevinirim sayın okurlar.
Biliyorum, burada siyasete karşısınız falan ama önemli.
TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR!
Bu sözü defalarca kez okuyun.
Bir daha.
Bir daha.
Ve bir daha.
Şimdi size bir şeyler anlatayım;
Biliyorsunuz benim Führer'e olan sevgimi, aşkımı. Hitler dediniz mi benim için akan sular durur.
Kitap 1976 ile 1992 yılları arasında Stephen Hawking'in yazdığı yazıların derlemesinden oluşan bir kitap. Birkaç kısım hariç pek dikkatimi çekmedi, zira içinde benim için "bak bu bilgiyi bilmiyordum yeni öğrendim" dediğim bir yer olmadı, belli bir seviyenin üstündekiler için içinde açıkçası pek birşey yok.
Amma velakin bilmek ayrı
"Beni öldürdüler, Wene Hala..."
Ölmek üzere olan Santiago Nasar'ın son sözleri bunlardı... Aslında bu cümlenin analizini yaptığımızda kitabı baştan sona özetleyebileceğini söyleyebiliriz. Daha ölmemiş birinin sözleri bunlar. Yaşarken bile öldürüleceği kesin bir şekilde biliniyor. Bunu güncel olaylarla bağlantılı anlatmak gerekirse bunu
Biz İranlılar Şii olarak özgür olmak istiyoruz. Sizin kadar özgür! Toplum düzeni üzerinde konuşmayı istiyoruz, hem de her an hapishaneye gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadan.
Evrensel Gazetesinin bir köşe yazısını paylaşmadan önce August Bebel Kadın ve Sosyalizm kitabında ezilen iki sınıfın varlığından bahseder: İşçi sınıfı ve Kadınlar. İşçi sınıfının içindeki kadınlar ise en çok ezilen sınıf. Ve Kadına bakışın tarihçesini üç büyük dine dayanan uygulamalara ulaştırarak anlatıyor. Değişmemiş hiçbir şey değişmemiş
Aylar sonra yeniden History of War dergimizi okuduk. Aynı zamanda dergi, yılın da son sayısı. Daha anlatılacak çok konu var, tek konuyu 1 yıla 4 sayıya böldük adeta ve aralara başka konular sıkıştırdık. Oldukça da merakla okuyorum bu seriyi ve dergiyi. Uzun yıllar devam ettiği müddetçe de okuyacağım gibi duruyor böyle kaliteli ilerlerse. Gerçi 1
Odanda fazla bir değişiklik yoktu; sadece fazladan birkaç tablo, artan kitaplar ve birkaç yeni mobilya göze çarpıyordu fakat yine de her şey bana oldukça tanıdık geliyordu.