Yorum

Mutâlî’ isimli okurun asıl gönderisini gör
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Hayırlı akşamlar arkadaşlar! İnci hocam da incelemesini gönderdi:)) çok teşekkür ediyorum ve incelemesini sizlerle paylaşıyorum; KONU: Risale-i Nur 23.söz iman bahsi HAZIRLAYAN: İnci Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını açıklar, izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur'ân’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle açıklar, isbat ve izah ederler.Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Birinci kısım tefsirler, bu ikinci kısmı bazan özet bir tarzda ele alıyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, benzersiz bir şekilde inatçı filozofları susturan bir mânevî tefsirdir. Risale-i Nur, her asırda milyonlarca insanın rehberi olan mukaddes kitabımız Kur'ân’ın hakikatlerini, subjektif nazariye ve mütâlaalardan uzak olarak, rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır. Risale-i Nur, Kur'ân âyetlerinin nurlu bir tefsiridir.Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhendir. En avamdan en havassa kadar, her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış ve müsbet ilimlerle mücehhezdir. Risale-i Nur, asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Vesveseli şübhecileri ikna eder. Hattâ en inatçı filozofları dahi teslime mecbur eder. Risale-i Nur, akla gelen bütün istifhamları bertaraf eder. Zerrelerden güneşlere kadar îman mertebelerini açıklar. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi ve nübüvvetin hakikatini ispat eder. Risale-i Nur, yer ve göklerin tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, cennet ve cehennemin varlığından, ölümün mâhiyetinden; ebedî saadet ve şekavetin kaynağına kadar, akla gelebilecek bütün imanî meseleleri en kat'î delillerle aklen, ilmen ve mantıken ispat eder... Pozitif ilimleri teşvik eder. Kesin delillerle aklı ve kalbi ikna eder ve merakları izale eder. Îşte Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an-ı Kerîm'deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve îzah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir, kanaatına varılmıştır. 23.Söz de çağımızın en büyük hastalığı "imansizlik" olduğunu ; "iman" bahsinden yola çıkılarak dua ,insanın mahiyeti ,kainatı tefekkür etmeye kadar birçok konuyla harmanlayıp,meseleyi çok boyutlu ele alıp ; Tın Süresi ile başlayıp ,ayetleri konu konu her yönden ele alıp aklı ve kalbi tatmin edecek şekilde ,ruha ve kalbe şifa niyetinde bir kılavuz ,recetedir . 23.Söz 2 mebhastan oluşur . Birinci Mebhas Birinci Nokta بِسْــــــمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِۤي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ۝ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ ۝ إِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Biz insanı en mükemmel surette yarattık. Sonra da onu en aşağı dereceye düşürdük. Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesna.” (Tîn sûresi, 95/4-6) <<İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. >> nur-u iman =iman nuru,ışığı a’lâ-yı illiyyîne =yukseklerden en yükseği zulmet-i küfür=küfür karanlığı esfel-i safilîn=Asagilarin aşağısı Ayeti açıklamaya çalışıyor Üstad Hz.leri Tın süresinde geçen ; Biz insanı Ahseni Takvim suretinde yarattık.Sonra onu esfeli safiline asagilarin aşağısına attık .(Tın Suresi) ****İnsan nur-u iman ile Ala-yi illiyine çıkar .Ala-yi illiyyin dediğimiz şey yukarilarin yukarısı ise Cennet'e bakan yönüyle Cennet-ul Firdevs yani en yüksek İnsan olarak tanımlanabilir .Ama dünyaya bakan yönüyle en yüksek İnsan olma mertebesi iradi bir yolculukla ,iman yolculuguyla mümkündür . Öyleyse Esfel-i Safilin mertebesi ise Cehennemin en düşük mertebesi Nar-ı Beyza olarak tanımlanabilir .Asagilarin aşağısına düşmek,dünyaya bakan vechesi ile imanın curumesi ,imanın zayıflaması ,suphelerle delik deşik hale gelmesi ..dolayısıyla "insanın hakiki manada iman edememesi hali "ile tanımlanabilir. ***Iman Intisaptir ...( iman nedir sorusuna verdiği vecih cevap ) Yani insanın kendi sanatkarina nispet etmesi (kıyaslama) Sonra konuyu pekiştirmek için örnek veriyor... İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir sanatıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu’cize-i kudretidir ki insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır. Siz uzerinde çeşitli sanatlarin icra edildiği bir eseri Demirciler Carsisina goturseniz;Demirci sanattan anlamadığı için o eseri sahibine kıyas edemeyecek ,nispet yapamayacak .O esere sadece ham maddesi demir olduğu için "demir" fiyatı bicecek... ***Ama siz aynı eseri Antikacilar Carsisina goturseniz ,Antikaci o eseri inceleyecek,gözlüklerini takacak,onu evirecek ,çevirecek .O eserin üzerindeki inceliklere bakacak.Eserin üzerindeki sanatlara uzun uzun hayranlıkla bakacak .Diyecek ki bu eser falanca sanatkarin eseridir . ***Cevher Kadrini bilmeyi gerektiren bir durum ...Yani sizin elinizde bir cevher var .Onun cevher olduğunun farkindaligini kazanmamız lazım.Şayet bu bir tablo,resim ise Sanatkarina göre fiyat bicilecek .O tablonun gerçek degerinin bicilmesi için inceliklerinin bilinmesi lazım ...Yoksa Demirci gibi sadece malzemenin boyanın,tuvalin fiyatını verir sadece ... ***İşte insan da Allah'in en nadide,en muhteşem sanatıdır .Madem ki Allah'in sanatıdır .İnsan neye göre kıymet alır? Insanın kıymetini biz neyle olceriz?...Madde itibariyle mi olceriz,Güzelliğiyle mi olceriz...Gencligiyle mi olceriz...Çoluk Çocuğuyla mi...Nedir insanın kıymetini ölçen şey ?... *Insanda gosterilmeye,gösterilmesi için iman nuruna ihtiyaç duyduğumuz sanatlar ...Her türlü ahlaki vasfimiz,bilim üretiyor oluşumuz ,sanat üretiyor oluşumuz ,edebiyat üretiyor oluşumuz Vs gibi Allah'in bizde yerleştiği,sergilediği sanatlarin gizli olmaktan çıkması ,açık hale gelmesi ,tezahür hale gelmesi,görünür hale gelmesi iman ile mümkündür ... ***İnsan yaratilirken "İnsan"olma potansiyeliyle yaratiliyor .Bir tohum ağaç olup meyve verme potansiyeliyle var olduğu gibi...Süt de de aynı şekilde peynir ve çökelek olma potansiyelinin var olması gibi ...Mesela;tohumun ağaç olup meyve vermesi için geçirmesi gereken safhalar vardır.Toprak,hava ,güneş gibi...Sütün peynir olabilmesi için kimyasal bir ameliyeden geçmeye ihtiyaç var.Insanın da "İnsan"olması için mahiyetinde sakladığı o gizli potansiyeli açığa çıkarmaya ihtiyaç var .İnsan o gizli hazinelerin tasiyicisidir ..(terminolojide kenzi mahfi) ***Iman ondaki hazineleri ortaya çıkaran Sır dır ...Saklı Ilahi sanatları görünür hale çıkarır ... <<Îman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur.>> ****Iman Intisaptir.Yani sanat ile sanatkari arasındaki iliskidir.Küfür ise kat-ı Intisaptir. Sanatkar ile Sanat arasındaki bağın koparilmasi...Demir parçasını demirciye goturdugunuzde onun sanatkariyla hiçbir irtibat kuramaz Demirci ...Sanatkari bilmez,tanimaz...Onda sergilenen şeyin sanat olduğunu bilmez.Demirci sadece demirin "ham madde"siyle alakadardir. Küfür de tıpkı bunun gibi insana madde kıymeti bicmekten ibaret ...Eğer siz insanın Sanatkari ile olan irtibatini keserseniz İnsan kendinden ibaret kalır .Yalnızdır .Mahlukatla ilişkileri kopuktur.Iman bağı koparilsa mahlukat da sanat olmaktan çıkar ..****Karanlıkta nasıl eşyalar perdeleniyor ve gorunmuyorlarsa ...var'lar ama gorunmuyorlarsa ;göz görebiliyor ama karanlıkta göremiyorsa...Tıpkı Bunun gibi KUFUR karanlıktan ibarettir.Varlığı Sanatkariyla kıyas edememe,varlığın üzerindeki sanatı algilayamama durumu ...Ben Allah'in sanatiyim diyemedigi için ,Ben kendime malikim söyleyen birisi Var olmanın bütün ağırlığını ve sorumluluğunu kendi üzerine alır ...Kendini dayanılmaz yalnızlığın,çaresizliğin,degersizligin içerisine itmiş olur ... ************* Îkinci nokta <<İman nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor.>> 1-)Küfür nazariyla bakıldığında eşya nasıl algilanir? 2-)Iman nazariyla bakıldığında eşya nasıl algilanir? Zaman kavramını olarak düşünüp "Geçmiş Zaman " ele alırsak ; Küfür Karanligiyla bakıldığında "Geçmiş"geçmiştir.Yokluğa gitmiştir .Geriye donulmesi imkansiz,geçmiştir . Iman nuru ile bakıldığında "Geçmiş"gecmis değildir .Ebedi hayata gönderilmiş amellerle,hayirlarla ,imanın nuruyla suslendirildigi için bakilestirilmistir .Imanın nuru sadece bugunumuzu değil,gelecek zamanımızı da aydınlatır . "Gelecek zaman " olarak meseleyi ele aldigimizda; Küfür karanligiyla bakıldığında "Gelecek Zaman"gelmemiştir .Dolayısıyla yoktur . Iman nuruyla bakıldığında "Gelecek zaman" bütün gecmis zaman geleceğe inkılap etmiştir,dönüşmüştür.Dünya yolculuğumuz nerede biterse bitsin,bittiği yerden devam edeceğine inanıyor oluşumuz hayatımızın buudu haline gelir ... Gelip geçen bir anı seyyale değil,kalıcı olan ,nurlandirilmasi gereken bir zaman dilimidir. Üçüncü Nokta İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. Musibetler konusu ... Bize toslayan çeşitli musibetler var.Hastalıklar ,ölümler Vs ...Musibetlere imanı nazarla baktığımızda başka bir tablo görüyoruz.Olum bizim için fenaya gitmek olmadığı için ,öleni geçici ayrılıkla beka alemine gönderiyor.Kendi olumumuzu ,kendi yoklugumuz olarak görmüyor.Sevdiklerimize bir kavuşma merasimi olarak görüyoruz.Başımıza gelen çeşitli musibetler varsa tesadüf oyuncagiyla başımıza gelmediğini,hikmetle geldiğini ,Allah'in o musibetlerle hatirimizi sorduğunu fark ediyoruz.O musibetleri kendimiz için bir kazanma kucağına çeviriyoruz.Hastalıkla saflasiyor ,kemalat kazanıyoruz.. Küfür ile bakıldığında musibetleri zulumat olarak görüyoruz.Onun altında kalıp eziliyoruz.Onu bir olgunlaşma yolculuğuna donusturemiyoruz.Bediuzzaman Hz.leri tevekkül konusunu çok güzel bir örnekle izah ediyor . Yoksa tevekkül etmezse dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama! Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-i fiilî telakki ederek müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir. Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yük ünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse ya divanedir diye seni tard edecek ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi. İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şakavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın. 4.nokta ve 5.nokta (Dua konusu ) <<Dua ise esas-ı ubudiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani ya fiilî ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de insan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanu’r-Rahîm’in dergâhında ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.>> <<İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor. Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir, her duaya cevap var ifade ediyor.” Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tabidir. Mesela, hasta bir çocuk çağırır: “Yâ Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der, “Ne istersin?” cevap verir. Çocuk: “Şu ilacı ver bana” der. Hekim ise ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır nâzır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın heva-perestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.>> Açıklama ***Dua imanın kelamı,dili olarak tanımlanabilir.İnsan fitrati dua etmeden duramaz.Duayı sadece belli günlere,belli saatlere sikistiramaz .Dua hayatımızın tamamını kusatir. Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ ferman ediyor. Furkan Süresinde dediği gibi Cenab-ı Hak dua ubudiyettir...Yani kulluktur.Kullugun yasanma biçimidir. Hem Allah, اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.ISTEYIN,ICABET EDEYIM ...İnsan olarak hastalık,olum,yaşlılık gibi hadiselerin üzerimizde oluşturduğu çeşitli psikolojiler karşısında eziliyoruz.Bunlar karşısında dayanma noktasına (Nokta-yi Istinad) ihtiyacımız var . Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir, her duaya cevap var ifade ediyor.” "ISTEYIN,ICABET EDEYIM" ayeti cevap verme üzerine kurulu ..Kabul etmek anlamında değil .Isteyin ,kabul edeyim demiyor Allah...Cevap vereyim diyor .Bediuzzaman Hz.'leri sonrasında Doktor ve hasta ornegiyle konuyu kavramimizi sağlıyor .Doktorun hastaya bakması,hastayı muayene etmesi Cevaptır .Hasta bana şu ilacı ver diye dayatamaz doktora ..Hasta ihtiyacını tanımlıyor ,şuram ağrıyor,söyle bir sancım var deyip kendi halini ortaya koyuyor .Doktor da hastanın durumuna göre kendi ihtisasina karşı reçete hazırlıyor.. Biz de Rabbimize Ya Rabbi diyoruz.Allah'in Lebbeyk ! demesi Allahın kuluna cevabidir .El açtığımızda bana şunu ver,Bunu ver derken istediğimiz şeylerin kendi dünyamızda nelere karşılık geleceğini bilmiyoruz . Ihtiyacımızi tanımlamak varken ,devayi tanımlamak bizim işimiz değil .Deva Doktora ait ... Ya Rabbi ,halim böyledir ,Devasi sendedir.Tasarrufati Allah'a bırakma diyoruz . Hastaysak Doktor bizim için perhiz ön görebilir .Iğneye canımız yanmasına rağmen razı oluruz .Iyilesecegimizin itimadi üzerine teslimiyet ilişkisi kurarız ..Iğneyi ,perhizi kabul ederiz . Aynen bunun gibi Allah'tan Cenneti istiyorsak ,Cennete ehil hale gelmek için de dua ediyoruz .Bu da pek çok imtihanı,zorluğu yaşamayı gerektiriyor .Uzun olan ,menzili çok olan yolculukları çıkmayı talep ediyoruz..Uğruna acıyı,sanciyi göze almamız gerekiyor . Cenabı Allah dua ile öncelikle "halinize tercüman olmayı" öğrenin ,diyor.Nefsinizin isteklerine tercümanlık yapmayın . Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Açıklama ***Dua ubudiyettir .Dua kulluktur .Kullugun semeresi dünya olamayacağı için ,dünyevi maksatlar adına da dua edilemez . *Dua etme maksadin kulluksa ,semerelerinin de uhrevi (ahirete yönelik) semereler olması lazım . ***Duada dünyevi maksatlarin yeri nedir o zaman??Bediuzzaman Hz.leri diyor ki meseleyi açıklığa kavuşturmak için Mesela;Yagmursuzluk zamanı yağmur duasinin vaktinin geldiğini gösterir .Güneşin batışı,aksam namazının vaktinin girdiğine işarettir.Hastalık şifa duasini işaret ediyor .O duadan maksadimiz sadece iyileşmek ise dünyevi maksat için dua eder hale geliyoruz,duadan ihlas çekiliyor,dua kabule karın olmuyor . *** İstemek, ihtiyaç sahibi olmak, musibet ve sıkıntıların hepsi insanı duaya ve ibadete teşvik ve ihzar eden İlahi taktir ve planlamalardır. İnsanın muhtelif ihtiyaç ve taleplerinin hepsi Allah’ın bir ismine götüren yollar ve gerekçelerdir. Her bir ihtiyaç ve sıkıntı insanı Allah’a götürüyor. Mesela, açlık ihtiyacı insanı Rezzak ismine götürür,hastalık hali Şafi ismine götürür ve hakeza. ***Biz başarılı olmak için dua etmeyecek miyiz ?Evlenmek için dua etmeyecek miyiz? Bediuzzaman Hz.leri Burada ;duanın dili çok önemli diyor .Sınava mı gireceğiz.Bizim için sınav ne ifade ediyor?Sadece üniversite kazanmaktan mi ibaret mi?Evlilik sadece sevdiğimiz birisine kavusmaktan mi ibaret? ***Peki tüm bu dünyevi isteklerimizi,uhrevi bir maksad için dua edebilmek mümkün mü?... Bir üniversite öğrencisi doğrudan maksadini yeniden gözden gecirecektir.Niçin kazanmak istiyorum ?..Ilimle insanlığa hizmet için mi ? Falancayla evliliği kullugumla derinlesmek için mi istiyorum,Ne için istiyorum ?Zengin olmak istiyorum,ne için istiyorum ?Gösteriş,konforlu bir hayat için mi ....Yoksa iş sahibi etmek ,burs vermek,insanlığa hizmet için mi istiyorum ...Zengin olduktan sonra nefis kendi payını istemeye başlıyor ....Evlat bile olabilir isteğimiz... Dua kulluktur ....Isteklerimiz kullugumuza mi yönlendiriyor,kullugumuza yardımcı mi oluyor ,yoksa sadece dünya...sadece nefis yorungeli mi... * Dua üzerinden uzun uzun tefekkuru gerektirir.Ben bunu istiyorum .Beni Gaye'ye ,yaratılış gayeme ulaştıracak bir adım mı bunu düşünmemiz gerekiyor . ***Duanın kabul olmaması ile şikayete ,yeise dusulmemeli .Bediuzzaman Hz.lerinin ifadesiyle "Duanın vakti henüz kaza olmadı "denilecek .Duam kabul olmadı,denilmeyecek.Çok istedim ama bana evlat vermedi Rabbim diye düşünen birisi -ki hepimiz zaman zaman bu tür düşüncelere giriyoruz -Şöyle düşünmeli :Allah benim kulluga devam etmemi istiyor .Duaya devam etmemi istiyor .Hatta yakarisin derinliğini istiyor... *Istediği şeyi dünyevi maksatlar için isteyen istediğini belirtiyor.Yani bizi ele veriyor . İkinci Mebhas Birinci Nükte <<İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi Cemil-i Zülcelal’i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acayip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır.>> <<Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri; tahrip, adem, şer, nefiy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı; sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, <<yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.>> İkinci paragrafı kısaca açıklayacak olursak ; Fiil, iş demektir, infial ise “fiili kabûl etmek, kendisinde bir işin yapılmasına müsait olmak” mânasına gelir. Meselâ, yazı yazmak bir fiildir. Bu fiili suda icra edemeyiz, yâni suya yazı yazamayız. Dolayısıyla su, yazı yazma fiilini kabûl etmemiş olur. Ama bir kâğıda yazı yazarız, kâğıt, infial cihetiyle, kendisinde yazı yazılma fiilini kabûl etmiş olur. İnsanın fiil ciheti kendi gücü ve kuvvetiyle, şahsî ilmi ve becerisiyle bir şeyler ortaya koyması, bazı eserler yapmasıdır. İnfial ciheti ise onun İlâhî fiillerin icra edilmesine müsait olmasıdır. Meselâ, rızıklandırmak bir İlâhî fiildir. İnsan bu fiili kabûl eder, yâni onda bu iş icra edilir. Ama bir taş rızıklanmayı kabûl etmez, rızka muhtaç olmadığı için rızıklanması da söz konusu olmaz. İşte infial cihetiyle insan taştan daha ileri gitmiştir. İkinci Nükte <<İnsanda iki vecih var. Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.>> <<Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlık’ından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip kendine lâyık bir kemal bulsun>> Açıklama Însan çekirdeğe benzer. Nasıl o çekirdeğe manevi bir kuvvet ve önemli bir donanım ve kaderden ince bir programlama verilmiş; ta ki o toprağın altından çıkıp yani o dar yerden genişe geçip her şeyi yaratan Allah'a yetenek lisanıyla ağaç olmasını isteyip; kendine layık bir mükemmellik bulsun. Eğer o çekirdek kötü huylarından dolayı ona verilen manevi donanımı toprak altında bazı zararlı maddeleri çekse; o dar yerde kısa sürede faydasız bozulup çürüyecektir. Eğer o çekirdek taneleri ve çekirdekleri çatlatan (Şüphesiz Allah’tır). Yaratılışa dair emrini yerine getirse- güzel kullansa o dar âlemden çıkacak meyveli koca bir ağaç olacak- küçük kısa hakikati ve manevi ruhu büyük kapsamlı bir hakikat suretini alacaktır. Nasıl bir tarlaya buğday tohumu ekilince, bu tohum gelişip büyüyerek buğday başağı oluyor; aynı şekilde insanın fıtrat ve mahiyeti de bir tarla gibidir, Allah bu tarlaya çok muhtelif kabiliyet tohumları ekmiştir. Şayet insan fıtrat tarlasındaki bu kabiliyet tohumlarını İslam suyu ile sulayıp, hayırda inkişaf ettirirse, herbir istidat kabiliyeti yönünde farklı bir mana ve farklı bir ibadet tarzına ulaşır. Böyle hissiyatların ibadet yönünde inkişaf etmesi, insan mahiyetinin kemalat ve hayır noktasından ağaç olmasıdır. İnsanın mahiyetinde kader planı ile konulmuş ve programlanmış maddi ve manevi sayısız kabiliyet ve duygular vardır. Bu kabiliyet ve programların iki yüzü var, birisi hayra diğeri ise şerre bakıyor. İnsan bu duygu ve kabiliyetleri şerre sevk ederse, bir nevi o duygu ve kabiliyetleri bozmuş ve kokuşturmuş oluyor. İşte insanın iradesini bu yönde kullanmasını Bediuzzaman Hazretleri su-i mizaç olarak isimlendiriyor. Yani su-i mizaç hayır ve güzellik için verilen bu duygu ve kabiliyetleri, insan kötü seçimi ile şer ve çirkin yolda istihdam ediyor demektir. Mesela; insandaki akıl bir cihazdır, bu cihaz sayesinde insan bütün kainat kitabında yazılmış manaları okuyor. Yine insandaki göz dünyadaki bütün renk tonlarını görebilecek bir kapasitedir. Kulak bütün sesleri işitir. Dil dünyadaki bütün yiyecek ve içecekleri tartıp ölçebiliyor. Kalp bütün kainatı kuşatacak kadar geniş bir mahiyettedir. Daha buna benzer çok cihaz ve duygular, insan mahiyetinde vardır. İşte bu cihazları şerde istihdam etmek su-i mizaçtır. Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır.” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr, on altın ile a’lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te’dib gördü ve dehşetli bir azap çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir. Aynen onun gibi insandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki her birisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Mesela, güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususidir. Üçüncü Nukte <<"Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş;..">> İşte insan, Allah’ın isim ve sıfatarının tecellilerine ayna ve mahal olmak noktasında, kainat kadar geniş, mahlukatın umumu kadar donanımlıdır. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi ekmeğin oluşmasında çalışan güneşe ve yıldızlara da muhtaçtır. Yani insan bütün kainata muhtaç ve bağımlı olarak yaratılmıştır. Bunun sebebi ise insan her şeyde Allah’ın varlığını ve birliğini hissedip o muhtaçlık vasıtası ile Allah’ı bulsun ve tanısın, sonra da ona kulluk etsin. İnsan, fıtratının bu geniş ve kuşatıcı donatımı sayesinde Allah’ın her bir ismini ayrı ayrı tanıyıp tartabiliyor. Ve ona külli bir muhatap haline geliyor. Kainat onun önüne serilmiş bir sofra hükmüne geçiyor. Ve insan Allah’ın sonsuz kerem ve şefkatine tam manası ile bir konu ve misafir oluyor. İnsanın her bir duygusu kainat sofrasına istifade için açılan bir pencere gibidir. Akıl, hayal gibi madde ile kayıtlı olmayan duyguların istifade alanı alabildiğine geniştir. Göz gördüğü alan kadar istifade ederken akıl ve hayal daha geniş ve daha ihatalı istifade ediyor demektir. <<Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır.” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr, on altın ile a’lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te’dib gördü ve dehşetli bir azap çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.>> <<Aynen onun gibi insandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki her birisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Mesela, güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususidir.>> Bize verilen şiddetli muhabbet ve hisler ahireti kazanmak için verilmiştir. Buna ne gibi örnekler verebiliriz? Milyon dolarlık çok lüks bir uçak bize hediye edilse, biz bu uçağı alıp tavuk kümesi ya da buna benzer adi ve basit işlerde sarf etsek, yani uçağı gayesinin dışında bir alanda kullansak, elbette hem uçağı hediye eden o cömert zata hem de uçağın yapılış gayesine ihanet etmiş oluruz ve bir tedib ve tokadı hak ederiz. Aynı şekilde, insanın fıtrat ve mahiyetine takılan duygu ve cihazlar, Allah’ın çok yüksek ve kıymetli birer hediyeleridir. Veriliş sebep ve gayesi ise, Allah yolunda kullanmak ve ahireti kazanmak içindir. Biz bu duyguları ve cihazları kumar, içki, zina, hırsızlık, hile gibi adi ve süfli haramlarda sarf edersek, bir nevi gübre eşeleyen tavuklar konumuna düşeriz. İnsan için hem "mükemmel" kavramının; hem de "aciz, zaif, nakıs" gibi kavramların kullanılmasını nasıl anlamak gerekir? İnsanın mahiyetinin iki yüzü vardır. Bir yüzü hayra ve kulluğa bakar, diğer yüzü şer ve isyana bakar. İnsan hayır ve ibadet yönünden ahsen-i takvimdedir yani; mükemmel bir kıvamda yaratılmıştır. Aynı insan iradesini şer ve isyanda kullanır ise; bu kez de insan zalim ve cahil bir şekle bürünür. Yani insan, hayır ve şer noktasında nihayetsiz bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetlerin hangi yönde kullanılacağı ciheti ise; insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan, hayır kabiliyetlerini inkişaf ve inbisat ettirir ise, insan-ı kamil sıfatını alıp kainata halife olur. Yok şayet şer kabiliyetlerini inkişaf ve inbisat ettirir ise, bu kez mahlukatın en alçağı ve zalimi olur. Bu yüzden Kur'an'da insana hem mükemmel bir halife hem de zalim ve cahil sıfatları izafe edilmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Ebu Cehil'e dikkat ile bakılırsa, bu iki kavramın somut hali anlaşılır. Dördüncü Nükte <<İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp kālen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki iktidar-ı zatîsiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Mesela, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-ı dikkat zaaftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet…>> Bilindiği gibi anne ve babanın çocuğa hizmet etmeleri, şefkat ve merhametlerindendir. Yoksa çocuk onları şahsî kuvveti ve kudretiyle kendine hizmet ettiriyor değildir. Güneşinden denizine, arısından balığına kadar bütün mahlûkatın insana hizmet etmeleri de Allah’ın rahmetiyle ve ihsanıyla gerçekleşir. İnsanın bu varlık âlemini kendi şahsî kuvvetiyle emrinde çalıştırmadığı açıktır. Allah, onun zaaf ve aczine merhameten bu mahlûkatı ona hizmet ettirmektedir. İşte bu hakikat “zaaftaki kuvvet ve aczdeki kudret” şeklinde nazarımıza sunulmuş bulunuyor. Allah, insanı fıtrat ve mahiyet olarak sınırsız ihtiyaçlar içinde yaratmıştır. Bu yüzden insan kainatta her şeye muhtaç bir durumdadır. Ama insan bu sayısız ihtiyaçlardan en basitini bile tedarik etmekten acizdir. İnsanın sermaye ve iktidarı en adi bir ihtiyacı bile karşılayamıyor. İnsan bu noktada mutlak bir acizlik ve fakirlik içindedir. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının sebebi, bu ihtiyaç hissi ile, muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi olan Allah’ı tanımak içindir. Yani insan her şeyde acizlik ve fakirlik saiki ile Allah’ın sonsuz kudret ve gınasına intikal ediyor. Yani insandaki sonsuz fakirlik, Allah’ın sonsuz zenginliğine açılan bir penceredir. İnsan bu pencere ile Allah’a bakıyor ve bu pencere sayesinde ona müteveccih oluyor. İşte insanın bu acizlik ve fakirlik damarı yüzündendir ki bütün kainat insana hizmet ettiriliyor. Güneş, büyüklüğüne rağmen insana soba ve lamba, ay ise takvimcilik yapıyor. Dağlar denizler ve ovalar hep insan etrafında işliyor ve ona hizmet ediyor. Bütün anne ve babaları yavruların etrafında pervane yapan sır, yine bu acizlik ve zaaftır. Aynı şekilde insan da şu kainatın kucağında aciz ve çaresiz bir bebek gibidir. Bu sebeple ki kainat insan etrafında Allah’ın sonsuz şefkati ile pervane gibi döndürülüyor. Çocuk ağlaması ile nasıl anne ve babasını kendine çekiyor ise, insan da sonsuz acizlik ve fakirlik damarını ibadet ve kulluk noktasından işletmek ile Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatini kendine çekebilir; o halini kendine şefaatçi yapabilir. Bu nükte özetle bu şekilde devam edip gidiyor. <<Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir>> Bir incir çekirdeği, sonsuz kudrete dayanmadan onun namı ile hareket etmeden, incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı, Allah’ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat edemez. Yani bunları yapan ve arka planda işleyen Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır. Bu sebeplerin acizliği ve icattaki zaafları onların arka cephesinde işleyen sonsuz ilim, irade ve kudrete işaret ediyor, onu güneş gibi kör gözlere gösteriyor. Diğer bir nokta da insana bu gibi aciz ve fakir şeylerin eli ile o güzel ve tatlı ikramları yediren, insanın kudret ve kuvveti değil acizlik ve zaafıdır. Yani kainatın insana itaatkar olması insanın aczine binaendir, yoksa dinsiz felsefenin iddia ettiği gibi insanın akıl ve kudretine binaen değildir <<İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran-ı nimet suretinde, Karun gibi نَّمَاۤ اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ yani 'Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım.' dese, elbette sille-i azâba kendini müstehak eder." Bu cümlede yer alan âyet-i kerîmeyi ve konuyla münasebetini biraz izah eder misiniz? Ve bu âyetin “Hâlık’ın rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham.” >> Küfran-ı nîmet, ulaştığı bir nimetin üzerini örtmek, yâni onu Allah’ın bir ihsanı olarak görmeyip, kendi gücüne yahut başka sebeplere bağlamak demektir. Müminlerin böyle bir hataya düşmekten sakınmaları için Kurân-ı Kerîm’de Karun’un acı akibeti nazara verilir. Karun, Mûsâ aleyhisselâmın kavmindendi. Daha önce çok fakir iken Allah’ın ihsanıyla kendisine bir ilim verilmiş, o da bu ilim vasıtasıyla çok zengin olmuştu. Bazı tefsirlerde bu ilmin kimya ilmi olduğu, bazılarında da iktisat ve ticaret ilmi olduğu kaydedilir. Hazret-i Mûsâ (as.), Karun’a zekât vermesini teklif ettiğinde, Karun buna itiraz etmiş ve âyette bildirildiği gibi, bu serveti kendi ilmiyle ve gücüyle kazandığını söyleyerek teklifi reddetmiştir (Kasas, 28/78). Bediuzzaman Hazretleri onun bu davranışının “Hâlık’ının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham” olduğunu nazara veriyor. Bütün hayırlar Allah’ın elindedir. İnsanlar, kâinatta konulan hikmet kanunlarına riâyet ederek çalışır ve kendilerine nimet ihsan edilmesini Allah’tan talep ederler. Cenâb-ı Hak, hikmeti iktiza ederse o nimeti verir. Bu durumda, o nimete kavuşan kişinin yapması gereken şey Allah’a şükretmektir. Aksi halde O’nun rahmetini inkâr etmiş olur. Karun, kavuştuğu bütün servetin kendisine verilen ilim ve hikmet sayesinde olduğunu hiçe saymakla, küfran yolunu tutmuş ve bunun cezası olarak, bütün müminlere büyük bir ibret dersi olmak üzere, yer yarılmış hazineleriyle birlikte yere gömülmüştür. Beşinci Nukte <<İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatını şurada icmal edeceğiz. Tâ ki “ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.>> Bilindiği gibi, memur, emir dinleyen, emre göre hareket eden demektir. Bir memur, kanun ve yönetmeliklere göre hareket etmek zorundadır. İnsan da bu dünyada başıboş bir varlık değildir. Bu dünya imtihanını kazanması ve cennete layık bir dereceye ermesi için yapması gereken işler vardır. Bunlar İlâhî fermanla kendisine bildirilmiştir. Öte yandan, insan bu dünyada Allah’ın misafiridir. Bu kâinat Allah’ın mülküdür ve insan bu mülkte bir süre kalacak, sonra bir başka âleme göçecektir. Bu misafir, Bediuzzaman Hazretlerinin, "Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz." sözünü kendine rehber edinmeli, misafirhanenin eşyalarıyla meşgul olmak yerine, bu kısa dünya hayatında kendisine yüklenen görevleri en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. <<Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu>> Însan duygu ve cihazlarını işletecek en önemli ve verimli dönem olan gençlik ve ömür sermayesini, dünyanın adi ve gelip geçici şeylerinde meccanen harcarsa, dehşetli bir hüzün ve azaba düşer. Ne dünyadan ne de ukbadan umduğunu bulabilir, hayatı bütünüyle zehir olur. İnsan tamamı ile ahirete programlanmış ve orası için yaratılmıştır. Böyle bir programı dünyanın kir ve pasları içinde heba edersek, o mükemmel fıtratımız ve mahiyetimiz gayet adi ve basit bir dereceye düşer. İşte insanın ahsen-i takvimden esfeli safiline düşmesi bu manayadır. Nasıl değerli bir elmas ve altın, kaba ve pis bir şeyde kullanılırsa müteessir olur, yani onun değer ve kıymetini bir hakaret olur; aynı şekilde elmas ve altından daha kıymetli olan insanın duygu ve latifelerini de dünyanın kaba ve pis şeylerinde öldürmek ve söndürmek, aynen mahiyet-i insana bir hakaret, bir ıstıraptır. Istifade edebilmek duasıyla ... Keyifli okumalar ...
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Hatice Filiz okurunun profil resmi
Hocam çok uzun yazıyorlar benden o kadar uzun beklemeyin :))
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Hatice Filiz okurunun profil resmi
Inci hocam yanlış anlamayın çok begendim uzun olması çok iyi bende o beceri yok sizde citayi yukselttiniz :)))
Bu yorum görüntülenemiyor
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Hatice hocam uzun kısa önemli değil yeter ki incelemeyi yapalım:))
Mutâlî’ okurunun profil resmi
İnci hocam düzelttim :))
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Aklımda yeni bir etkinlik daha var ama 20 sinde sonra İnci hocam inşallah:))
Hatice Filiz okurunun profil resmi
Peki hocam :)
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Mutâlî’ okurunun profil resmi
evet hocam kurtuldunuz:))))
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Mutâlî’ okurunun profil resmi
İnci hocam ilk defa sayenizde okuyacağım görüşlerimi sunacağım inşallah:))
Bu yorum görüntülenemiyor
Hatice okurunun profil resmi
Ne cezası ?? Konuyu anlamadık :)
Mutâlî’ okurunun profil resmi
İnci hocam incelemenizi çok dikkatli bir şekilde okudum:))Emin olun çok güzel bir şekilde hazırlamışınız tekrar kaleminize sağlık:)) ve sayenizde ilk defa risale okudum:)Tefsire daha doğrusu ayetlere acizane vakıf olduğum için bir yabancılık çekmedim:))örnekler gayet net açık:)aldığım mesaj ise; "Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz." selametle:))
Bu yorum görüntülenemiyor
Süha Murat Kahraman okurunun profil resmi
Emeğinize sağlık İnci Hocam...Tekrar tekrar okunacak bir inceleme olmuş.Teşekkürler...:)
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmek için giriş yapmanız gerekmektedir.