‘bu da geçer ya hû’ sözü sanki yeni söylenmiş gibi arzı ve arşı kuşatmıştı. matem rüzgârları tüm mısır’ı çepeçevre sarmış, ölümün sükûtu, sarayın avlusunda bekleşen muhafızları bile lâl etmişti. mükedderdi tüm mısır. zalim vezir şaver’in idamıyla mesrur olan mazlumların sevinçleri kursaklarında kalmıştı. sadece iki ay vezirlik yapan büyük selçuklu emiri, fatımi veziri, islâm mücahidi şirkuh, hakka yürümüş, ömür kitabını hitama erdirmişti. nevruzun şu güzelim günlerinde, sanki hazan mevsimi düşmüştü kimsesiz çöllere. sarayın avlusuna konulan musalla taşında bekleyen yeşil örtülü tabut, en değişmez hakikati haykırıyordu. ölüm değil miydi zaten gerçek hayat? ölümle başlamaz mıydı sonsuzluk yolculuğu? işte şimdi tabutunun içine boylu boyunca uzanmış yatan şirkuh, yüzüne takılan son tebessüm muştusuyla, o yolculuğa çıkmıştı. terhis olmuştu dünyanın bitmek bilmez meşakkat ve kederinden. ömrünü vakfettiği ebedi dergâha müteveccih, kabrine konulacağı anı, edep içerisinde bekliyordu. (bkz: yusuf güldür) (bkz: selahaddin eyyubi aşk-ı kudüs)
pek çok kabahat affedilebilir, pek çok suç bağışlanabilirdi ama söz konusu ihanet olunca, durum bambaşka bir çehreye bürünüyordu. dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir medeniyet telakkisi içinde, ihanetin affı ve haine merhamet yoktu. bu, insanın bidayeti kadar eski ve kadim bir gelenekti. bir kere ihanet eden, bir kere nefsine yenilen, fırsat bulduğu her zaman bu kansızlığı gösterebilir, en beklenmedik anda insanı sırtından bıçaklayabilirdi. işte bu yüzden, herkesin tek atımlık bir hakkı vardı. (bkz: yusuf güldür) (bkz: selahaddin eyyubi aşk-ı kudüs)
12 öğeden 11 ile 12 arasındakiler gösteriliyor.