Bu kitaplarda cani ruhlu, alçak, aşağılık insanlar anlatılırken onlardaki bu anlaşılmaz acımasızlığın; benim çok sık tanık olduğum ve iyi bildiğim insanları küçük görme, aşağılama, onlarla alay etme eğilimlerinin üzerinde pek durulmadığı dikkatimi çekiyordu. Kitapların acımasız kişileri, işleri, çıkarları gereği acımasızdılar; onların niçin acımasız olduğunu hemen her zaman anlayabiliyordunuz. Oysa ben hiçbir amacı, anlamı olmayan acımasızlıklara tanık oluyordum; hiçbir çıkar beklemeksizin, salt eğlenmek için acımasız davranışlar sergiliyordu bizde insanlar.
Ey şiir ne çok acı var içinde...ne çok kırılmış kalbin
GENELEV MEKTUPLARI I. Tenime yabancılaştım, etime Göğsüme kollarıma kalçalarıma Bacaklarıma yabancılaştım. Saçlarım o eski güzelliğini Çoktan yitirdi
Sayfa 30 - Kırmızı Kedi YayınlarıKitabı okuyor
Reklam
"Bu acımasızlıklar ger­çekte acımasızlık değildir. Ortaçağ'ın bir insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek kendine özgü bir üslubu içerir, kendisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman in­san yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ'da yaşayacak antik dünyanın insanı havasızlıktan içler acısı bir şekilde boğulup giderdi, bizim uygarlık ortamında bir ilkelin havasızlıktan boğulup gideceği gibi tıpkı. Öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üs­lubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk duygusu çı­kıp gider elden. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz. Nietzsche gibi biri bugünkü sefaleti bir kuşaktan çok daha fazla süre önce yaşamak zorunda kaldı; onun tek başına, hiç anlaşılmadan yaşadığını bugün binlerce insan yaşamakta."
Hindistan’da Dul olmak
Lackshmama, küçük yaştaki iki oğluyla Delhi'nin güneyinde bulunan ve "beyaz dulların şehri" olarak tanınan Vrindavan'a gidiyordu. Kocası birkaç ay önce gripten ölmüştü. Kocasının ölümünden sonra ailesi onu birlikte yaşadıkları evden kovmuştu. Lackshmama üzüntüyle ülkedeki dulların yaşadıkları korkunç kaderi anlattı:
Sayfa 124Kitabı okudu
Evet, az önce, Françoise gelmeden önce, Albertine’i artık sevmediğime hükmetmiş, kusursuz bir tahlil yaptığımı, her şeyi hesaba kattığımı düşünmüştüm; kalbimin derinliklerini gayet iyi bildiğimi zannetmiştim. Ama zekâmız ne kadar keskin olursa olsun, kalbimizde yer alan tek tek duyguları algılayamaz; çoğu zaman uçucu halde var olan duygularımız, onları ayrıştırabilecek bir olgu tarafından katılaştırılmadıkları sürece, kendilerini belli etmezler. Kendi kalbimin içini açıkça görebildiğimi zannederken yanılmıştım. Ne var ki, zihnin en keskin algılarının bana sağlayamadığı bilgi, şimdi acının ani tepkisiyle, billurlaşmış bir tuz gibi sert, parlak ve tuhaf bir görünümde, karşımda belirmişti. Albertine’in yanımdaki varlığından hiç kuşku duymazken, ansızın Alışkanlığın yeni bir çehresini görmekteydim. O güne kadar, Alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hattâ algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç gibi görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki, neredeyse farkına bile varmadığımız bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelebilecek en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur.
Her gün zaman geçsin ya da sonu gelmeyen çalışmaya eşlik etsin diye yapılan şakalar, espriler, takılmalar dışında kimsenin kimseye anlatacak bir şeyi yok. Herkes niçin burada olduğunu çok iyi biliyor, para kazanmak ya da geçinmek denen şey için. Her biri ötekine sinir bozucu duruşu ya da bakışıyla şu gerçeği anımsatmak için var sanki: yaşam acımasız, sakın düşeyim deme, bir kez düştün mü, sokak köpeğinden beter olursun.
Reklam
+"Ne zaman bu kadar acımasız oldun, Nina?...Çok değiştin. Bambaşka biri olup çıktın." -"Herkes değişir."
Sayfa 182 - Olimpos YayınlarıKitabı okudu
Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam. Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim. Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri Diye başlayan bir çocuk romanında... Şalına sarınırdın toprağa sarınır gibi Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, Bu acımasız ölü anne sesini Şimdi mucizevi bir yerdeyim Zaman bir salyangozun vücudunda yaşıyor burada Ve çok ağır ilerliyor. Yüzümdeki çillerden başka İsyan eden biri yok hayatımda.
Sayfa 18
Üzerindeki giysiler, hem kendisini sıcak tutuyor, hem de yaşayış biçimine çok uyuyordu. Taşıdığı prangalara gelince... bunları hiç hissetmiyordu bile. Yoksa... usturayla kazınmış başından, üzerindeki mahküm üniformasından ma utanacaktı? Hem kimden utanacaktı, kimden? Sonya'dan mı? Sonya kendisinden korkup duruyordu, hiç utanılır mıydı ondan? Öyleyse? Ama o Sonya'dan bile utanıyor, utandığı için de kaba davranıyor, kızcağıza acı çektiriyordu. Usturalı başından, taşıdığı prangalardan hiç utandığı yoktu. Gururu onulmaz bir yara almıştı, bu yaraydı onu yere seren. Ah bir kendini suçlayabilse, nasıl, nasıl mutlu olurdu! O zaman dünyanın bütün utançlarına katlanabilirdi. Ama kendini son derece katı ölçütlerle yargıladığı halde, acımasız vicdanı, herkes için söz konusu olabilecek basit bir ıskalamadan başka, korkunç bir suç bulamadı geçmişinde. Özellikle utanç duyduğu şey, onun, Raskolnikov'un, kör talihin salakça bir hükmüyle, böylesine umutsuzca, böylesine sağır, böylesine budala, böylesine pisi pisine mahvolup gitmesi, eğer bir parçacık huzura kavuşmak istiyorsa, böylesine "saçma", "anlamsız" bir karara boyun eğmesi, onunla uzlaşması gerektiğiydi.
Sayfa 677 - Kültür YayınlarıKitabı okudu
-Sizin aynanız yok mu? -Çok acımasız. Bana sırf kırışıklıklarımı gösteriyor. -Benimki daha terbiyeli. Hiçbir zaman gerçeği söylemiyor. -Size aşık öyleyse.
Reklam
“Yalnız belki de henüz, en acımasız olanların en özgüvensiz insanlar olduğunu bilmiyorsun. Acımasızlar çünkü öyle olmazlarsa, var olamayacaklarından korkuyorlar. Acımasızlık onlara bir kimlik kazandırıyor. Tutulacak en kolay yol bu. Kararlılık gösterirsin, komşuna el uzatırsın, ihtiyaçlarına kulak verirsin, işte bu, zaman ve tutku gerektirir sevgili dostum. Çok az insan bu tutkuya ve zamana sahiptir.”
Dul ve Yetim Hakkı !!!
Lackshmama üzüntüyle ülkedeki dulların yaşadıkları korkunç kaderi anlattı: Koca­larının ruhunun çıkmasına engel olamadıkları için suçlanıp lanetleniyorlardı, hatta bazen kocalarına büyü yaparak veya onları hasta ederek ölümlerine neden olmakla itham ediliyorlardı. Kocaları bir kaza sonucu öldüğünde ölüm sigorta­sı almıyorlardı, savaşta öldüğünde de maaş bağlanmıyordu. Dul bir kadın görmenin uğursuzluk getirdiğine inanılıyor­du, hatta gölgesini görmek bile kötüye alametti. Bayramlara ve düğünlere katılmaları yasaktı; herkesten saklanmak, yas rengi olan beyaz giysiler giymek ve günahlarının kefaretini ödemek zorundaydılar. Çoğu zaman kendi aileleri tarafından bile sokağa atılıyorlardı. Lackshmama dehşet içinde, eskiden, dul kalan kadınları kocalarının cenaze ateşine atarak intihar etmeye zorlayan acımasız Sati geleneğinden bahsetti. Ateşe atlamayı reddeden kadınlar aforoz ediliyor, dövülüyor, aşağı­lanıyor; bazen kocalarının ailesi, hatta mirası anneleriyle pay­laşmak istemeyen kendi çocukları tarafından zorla alevlerin içine itiliyorlardı. Bir daha hiçbir erkeğin ilgisini çekmeme­leri için sokağa atılmadan önce, bütün mücevherlerini çıkarıp saçlarını kazımaya zorlanıyorlardı. Kaç yaşında olursa olsun, dul bir kadının bir daha evlenmeye hakkı yoktu. Kız çocuk­larının çok küçük yaşta evlendirildikleri bazı eyaletlerde daha beş yaşında dul kalan ve bu yüzden hayatları boyunca dilenci­lik yapmaya mahkum olan pek çok kız çocuğu vardı. Lackshmama, "İşte böyle . . . Kocan yoksa hiçsin,'' diyerek iç çekti.
Sayfa 124
Tembellik ederek en zahmetli yolu seçiyorsun. Ah! Aylak olduğunu söylüyorsun! Çalışmaya hazır ol. Çok tehlikeli bir makine vardır, onu hiç gördün mü? Hadde makinesi denir ona. Çok sinsi ve acımasız olduğu için dikkat etmek gerekir; giysini kolundan yakaladı mı tüm bedenini içine çeker. bu makine aylaklıktır. Zamanın varken bir karar ver ve kendini kurtar! Aksi takdirde işin biter, kısa süre sonra çarkın dişlisine girersin. Bir kere kendini kaptırdın mı, artık hiçbir umut besleme. İş başına tembel! Dinlenmek yok artık. Emeğin amansız çelik eli seni kavrayacak. Hayatını kazanmak, bir meslek sahibi olmak, bir görevi yerine getirmek, sen bunları istemiyorsun! Diğerleri gibi olmak canını sıkıyor! Tamam o zaman, sen onlardan farklı olacaksın. Çalışma yasadır, bu yasayı can sıkıntısı yüzünden reddeden çalışmayı işkence sayar. İşçi olmak istemiyorsun, köle olacaksın. Çalışma kişiyi bir yandan serbest bırakırken öbür yandan yakalar; dostu olmak istemiyorsan kölesi olacaksın. Ah! Demek insanların onurlu yorgunluklarını beğenmiyorsun, o zaman bir lanetli olarak terleyeceksin. Diğerlerinin şarkılar söylediği yerde sen inleyeceksin.
Sayfa 224 - 2. CiltKitabı okuyor
Buna karşılık, çocuklar "yetiştirme" adı altında ne kadar acımasız bit şekilde sevgiden mahrum bırakılır, yadsınır ya da kötü muamele görürse, yetişkin oldukları zaman -en çok ihtiyaç duyduklarında o sevgiyi vermeyen- aynı anne babaya ya da onların yerindeki kişilere o kadar çok bel bağlayacaklardır. Bu bedenin normal bir tepkisidir. Beden tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarım unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler.
Biraz Uzun Oldu Ama; +1
Burada, bir başka dile ve kültüre neden saldırılır; o dili, kültürü ve insanını, kendi dilimiz ve kültürümüzün, doğru­dan kendimizin bir zenginliği, tamamlayanı, yücelteni olarak görmeyiz de şiddetli bir öfkeyle yok etmeye çalışırız? Bu nasıl bir yönetim anlayışı, nasıl bir insan psikolojisidir ki, sahip ol­madığı ne varsa, ya da yok ettiği ne
Resim