Ömrümü, düşünce, kitaplar ve yalnızlıkla geçirdim. Ülkem beni göreve istediğinde, tam altmışındaydım. Görevimi cesurca tamamladım. Abartılarla savaştım, zorbaları yendim. Haklar ve ilkeler vardı. Onların tanıtılmaları için gayret ettim. Vatan, düşman çizmesinin tehdidindeydi, onu savundum. Varsıl değildim, yoksul oldum. Ülkenin en önde gelenlerindendim. Define mahzenleri altın ve gümüş doluydu. Ama ben birkaç kuruşla karnımı doyurdum. Ezilenlere el verdim, acı çekenleri avuttum. Belki kilise mihrabının örgülerini yırttım, ama bunu halkın yarasını sarmak için yaptım. Hep insanlığın ışığa yürümesini destekledim. 1793'te bütün gücümle görevimi yapmaya çalıştım. Buna karşın, kovuldum, sürüldüm. Benimle eğlendiler, beni karaladılar, taşladılar. Çoğu kişi beni bir vahşi gibi görüyor. Zavallı, cahil halkın gözünde lanetliyim. Ama ben kimseden nefret etmiyorum. Şu anda, tam seksen altısındayım ve birazdan öleceğim. Benden istediğiniz nedir, Mösyö?
Piskopos saygılı bir sesle fısıldadı:
Beni kutsamanızı, Mösyö.
Ve Piskopos Myriel, eceli gelmiş olan Konvansiyonel'in önünde diz çöktü.
Ah zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir: Orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; orada ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok, fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler günlük kaygılar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.